Savaşı yürüten sınıfların elde etmek istedikleri amaçları vardır. Savaşa yol açan politikaları şekillendiren de bu amaçlardır. O savaşta hangi sınıf hangi amaçlar ile savaşmaktadır? Lenin’in güçlü bir tarzda sorduğu savaşta “tehlikede olan ne?”, yani “fırtınanın neyin üzerinde koptuğu” sorusunu Marksist analiz açıklığa kavuşturmalıdır.
Bölgemiz alevler içinde. On yıllardır dört parça Kürdistan’da ve Filistin’de sömürgeciliğe karşı süren ulusal başkaldırıların bir başka görünümüdür, Kürdistan’da ve Filistin’de sömürgeciliğe karşı süren devrimci savaşlar. Filipinler’de devrimci savaş diğerleri gibi çok zor koşullar altında varlığını koruyor. Hindistan ise devrimci savaşın devam ettiği bir başka coğrafya. Ukrayna’da ise farklı nitelikte bir savaş gerçekliği var. Ön cephesi Ukrayna olan ABD ve AB ile Rusya Federasyonu (ve bir anlamada Çin ve diğer müttefiklerinin) karşı karşıya geldiği jeopolitik bir çatışma, uluslar arası ilişkileri derinden etkileyen emperyalistler arası bir hegemonya savaşı bu. Dünyada emperyalistler arası ilişki ve çelişliler keskinleşiyor. 3. bir emperyalist paylaşım savaşına doğru gidiş alametleri çoğalıyor. NATO Genel Sekreteri Mark Rute’nin “savaş dönemi zihniyetine geçme zamanı geldi” açıklaması çok şey anlatıyor. 3. dünya savaşı hazırlığının hızlandığı görüşünde olanların sayısı artıyor. Bizde Kürt ulusal demokratik hareketi önde gelmek üzere 3. dünya savaşının çoktan başladığını savunanlar ve bu iki temel eğilim arasında salınan, bocalayan yapılar, çevreler de var. Bunlara Siyonist İsrail soykırımcılığına karşı Filistin direnişi ve keza Ukrayna savaşına ilişkin dünya sosyalist ve devrimci hareketinde açığa çıkan çarpıcı görüş ayrılıkları ve saflaşmaları da eklemek gerekir. Özetle dünya emekçi sol hareketinde süren yapısal kriz ve onun bir yansıması ideolojik kriz mevcut savaşların analizi ve alınacak tutum konusunda olduğu gibi 3. bir dünya savaşı içinde olup olmadığımız konusunda da yansıyor. 3. dünya savaşının çoktan başladığını ileri süren, savunan çevrelerin iç bütünlüklü, sistematik bir analiz yönteminden yoksun olmaları özellikle dikkat çekicidir. Çok genel bir şekilde ifade etmek gerekirse dünya sosyalist ve devrimci hareketinde değişik görüşler, saflaşmalar, bölünmeler var. Bütün bunlar savaş bahsinde Marksist analiz yöntemin önemine işaret ediyor. İdeolojik kriz söz konusu olduğunda ilkelerin savunulması daima önceliklidir ve birinci sırada yer alır. Birinci dünya savaşı ön günü ve dönemi, emperyalist paylaşım savaşı ve devrimci görevlerin dünya komünist hareketi saflarında en çok tartışıldığı kesin bir saflaşma, II. Enternasyonalin çürümesinin dışa vurması ve çöküşü; yeni enternasyonalin, III. Enternasyonalin doğumu ve yükselişi dönemi oluyor. Lenin’in bu süreçteki rolü ve konumu eşsiz. Onun savaşları inceleme yönteminden öğrenmek için Temmuz-Ağustos 1915’de yazdığı “SOSYALİZM VE SAVAŞ” ve bir yıl sonra Ağustos-Ekim 1916 kaleme aldığı, “MARKSİZMİN BİR KARİKATÜRÜ VE EMPERYALİST EKONOMİZM” broşürleri gerçek birer hazinedir.
Lenin’in Analiz Yönteminin Temeli
Lenin’in siyasal savaşımın ve tarihin kritik eşiklerinde siyasi duruşunu formüle ederken öncelikle yöntem sorunu üzerinde durmayı adeta alışkanlık edinmiştir. Bolşevizmin çeyrek yüzyıllık tarihi bunun ne denli gerekli olduğunun doğrulanmasıdır. Lenin politik bakımdan güncel hale gelen bir temel sorunu ele alırken önce Marksist yöntemi tanımlar, gereklerini tartışıp, ayrım çizgilerini koyar ve o temel sorun ve duruma “uygular”. “Sosyalizm ve Savaş” broşürü de buna tanıklık eder, Lenin giriş paragrafında şunları kaydeder:
“Biz Marksistler, hem pasifistlerden, hem [sayfa 11] anarşistlerden, her savaşın ayrı ayrı, Marx’ın diyalektik materyalizmi görüş açısından, tarihsel bir incelenmesi yapılması gereğini kabul ederiz. Her savaşta kaçınılmaz bir biçimde olagelen dehşete, zulme, sefalete ve işkenceye karşın, tarihte ilerici nitelikte pek çok savaş vardır; bu savaşlar (örneğin mutlakiyet ya da kölelik gibi) çok kötü ve gerici kurumların yıkılmasına ya da (Türkiye ve Rusya’da olduğu gibi) Avrupa’da en barbar despotlukların ortadan kalkmasına yardım ederek, insanlığın gelişmesine hizmet etmişlerdir. Bunun için, bugünkü savaşın da tek başına tarihsel özelliklerini incelemek zorunluluğu vardır.” (Sosyalizm ve Savaş Sf: 11-12)
Lenin Marksist yöntemi vurguluyor: “Her savaşın ayrı ayrı, Marx’ın diyalektik materyalizmi görüş açısından, tarihsel bir incelenmesi yapılması gere”kir. Marksizmin yöntemi bellidir; diyalektik materyalizm. Diyalektik ve tarihsel materyalizm diye de formüle edilir. Diyalektik ve tarihsel materyalizm savaşları çıplak gökyüzünde şimşek çakması gibi aniden kendisini gösteren olaylar olarak kabul etmez, her savaşın bir oluşum sürecinin, bir tarihinin olduğu gerçekliğinden hareketle savaşların tarihsel bir incelemesinin yapılmasını gerekli görür. Zaten tarihsel gerçeklikler de yöntemi doğrular.
Tarih farklı niteliklerde savaşların varlığına tanıklık ettiğine göre, bundan şu sonuç çıkar ki, ancak her savaşın somut incelenmesi yolu ile savaşların niteliği ve özü açığa çıkartılabilir. Diyalektik materyalizm de bunu emretmektedir. Ama dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta daha var. Söz konusu olan savaşın “tarihin hangi döneminde” meydana geldiği de kendi başına önemlidir. Bir birine çok benzeyen savaşlar, farklı tarihsel koşullarda haklı ya da haksız olma anlamında değişik nitelik kazanabilirler. Örneğin Avrupa’da feodalizmin çöküşü ve kapitalizmin gelişimi ve yükselişi dönemi ile tekelci kapitalizm döneminde benzer savaşalar farklı nitelikler kazanmaktadır. Bu nedenledir ki, “tarihsel özellikleri” ayrıca incelenmeli ve göz önünde tutulmalıdır.
“Şimdiye dek, özellikle 1789-1871 arasında insanlığın öncüsü olan bu ülkelerde, ulusal devletler kurma süreci tamamlanmıştır. Bu ülkelerde ulusal hareket artık geri gelmeyecek olan bir geçmişe aittir, bu hareketi canlandırmaya çalışmak saçma, gerici bir ütopya olur. Fransız, İngiliz, Alman ulusal hareketi çok uzun süre önce tamamlanmıştır. Bu ülkelerde tarihin bundan sonraki adımı farklıdır: Kurtulmuş uluslar, baskıcı uluslar haline, emperyalist yağmacı uluslara, “kapitalizmin çöküşü arifesi”nden geçmekte olan uluslara dönüşmüşlerdir.
Peki ya öteki uluslar? “ (Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm sf:15
Günümüz Türkiye’si, İran’ı vb 20. yüzyılda kurulan bütün ulusal devletler bakımından durum böyledir. Kendi ulus devletini kuran bütün uluslar, ulus devletler git gide baskıcı, yağmacı uluslara dönüşürler. Türkiye Cumhuriyeti ise zaten baştan itibaren emperyalistlerin onay ve desteği ile (Lozan anlaşması) sömürgeci bir devlet olarak kuruldu. Denebilir ki, Kuzey Kıbrıs’ın işgalinden beri, ama özellikle de 1990’lardan sonra bölgede emperyalist yayılma siyaseti izliyor. Kimi devrimci ya da oportünist akımlar gibi Türkiye’yi siyasal bağımsızlığı olmayan, hala ulus devletini kurma sorunu yaşayan bir ülke, bir ulus gibi düşünmek kendini devrimci bir strateji geliştirme imkanından yoksun bırakmak anlamına gelir. Tıpkı 1970’lerden günümüze toprak sorununu esas alan yeni demokratik devrim stratejisini uygulamaya çalışan Maocu devrimci örgütlerin boşa düşmesi gibi bir gerçekliktir bu.
Savaş Var Savaş Var
Pasifistler ve anarşistler ayrım yapmaksızın “savaşa”, genel olarak savaşa, diğer bir ifade ile her çeşit savaşa karşıdırlar diyor Lenin. Bu nedenledir ki, her savaşın somut olarak incelemesine de gereksinim duymazlar. “Her savaşta kaçınılmaz bir biçimde” dehşet, zulüm, sefalet ve işkence gerçektir, ama yine de tarihte, ilerici ve devrimci savaşlar vardır. Savaş şiddet, zor demektir ve onlar şiddete karşıdır. Hepsi bu! “Tarihte zorun ilerici, devrimci rolü olabilir mi?” sorusunun açığa çıkartacağı gerçeklikle ilgilenmezler. Biz Marksistler diyor Lenin, her çeşit savaşa karşı değiliz. Çünkü tarihte farklı nitelikte savaşlar vardır. Kölelerin köle sahiplerine karşı; köylülerin senyörlere, toprak ağalarına karşı ayaklanmaları, devrimci savaşları vardır. Burjuvazinin feodal aristokrasiye karşı savaşları, keza burjuvazinin emperyalizm öncesi dönemde anavatan veya savunma savaşları vardır. Paris komünü gibi sömürüyü ve sınıfları ortadan kaldırmak için başvurulan proleter sınıf savaşları, devrimci iç savaşlar vardır. Bunlar Marksistlerin, pasifistlerin, anarşistlerin subjektif niyetlerinden ayrı inkar edilemez gerçekliklerdir.
İlk dünya savaşının yarattığı kırılmalar, oportünizmin tahrifat ve çarpıtmalarının dibe vurduğu, ideolojik karmaşa ortamında Lenin, Marksizmin “haklı” ve “haksız” savaşlar ayrımını özenle günceller. Oportünistlerin “anayurt” savunmasını çarpıtmalarını sergiler. Haklı ve haksız savaşları ayırmak, Marksist savaş analiz yönteminin temel bir ayağıdır, özellikle savaşa karşı devrimci tutumun inşasında bu ayrım belirleyici kriterdir.
İşçi sınıfı ve ezilenler burjuvaziye, emperyalizme ve gericiliğe, ya da faşizme karşı ayağa kalktığı ve silaha sarıldığı zaman bu şahane bir şeydir, burjuvazinin egemenliğini yıkmak ve sömürüyü ortadan kaldırmak için girişilen devrimci sınıf savaşıdır, iç savaştır.
Keza sömürge ve ezilen uluslar sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı başkaldırıp silaha sarıldıklarında bu da şahane bir şeydir, ulusal özgürlük savaşıdır, devrimci bir savaştır; Marksist Leninistler daima emperyalist, gerici, sömürgeci savaşlara karşı çıktıkları gibi duraksamadan devrimci savaşların yanında saf tutarlar.
ABD ve AB ile Rusya Federasyonu (ve bir anlamada Çin ve diğer müttefiklerinin) karşı karşıya geldiği Ukrayna’da cereyan eden jeopolitik hegemonya savaşında olduğu gibi emperyalist gerici savaşlar vardır; Kürdistan ve Filistin ulusal direnişlerinde olduğu gibi ulusal özgürlük için yapılan savaşlar vardır. Diğer yandan kuşkusuz Türkiye ve İsrail bakımından bu savaşlar sömürgeleştirme savaşlarıdır, İsrail açıkça, bütün dünyanın gözleri önünde Siyonist soykırım savaşı yürütmektedir. Filipinler’de süren savaşta olduğu gibi, devrimci iç savaşlar, işbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sahiplerine, onların faşist gerici ya da bürokratik despotik diktatörlüklerine karşı ve onları destekleyen emperyalizme karşı devrimci sınıf savaşlarıdır. Bizim gerçekliğimizde özellikle sosyal şovenleri unutmamak gerekir. TKP başta gelmek üzere Marksizm maskeli sosyal şovenler Kuzey Kürdistan’da başlayan ve süre gelen ulusal özgürlük savaşının Marksist analizine hiç bir zaman yanaşmadılar. Ulusal sorundaki revizyonist sosyal şoven pozisyonlarını savaşa da taşıdılar, ezen ulusun egemen sınıfı işbirlikçi tekelci burjuvazi ile saf tutular, yandaşı oldular. Marksist Leninist komünistler baştan itibaren Kürt ulusunun devrimci başkaldırısının yanında saf tuttukları gibi süreç boyunca oportünistlerin sosyal şovenizmini de sürekli teşhir ettiler. TKP ve diğer sosyal şovenler Türkiye bakımından ulusal sorun, ulus devletini kurma sorunu varmış gibi Türkiye’yi sürekli emperyalizme karşı “anayurt savunması” pozisyonunda gören bir siyasal mantalite içerisinde politika yapıyorlar.
Gerçeklerin Ters Yüz Edilmesi
Soyutlamalar, genellemeler, tanımlamalar, kavramlar, kategoriler vb teorinin araçlarıdır. Onlarsız teori olmaz. Teori gerçekliğin soyutlanıp genelleştirilmiş halidir. Soyutlaması ve kavramı (yani teori) resmettiği gerçekliğin aslına uygun olmalıdır. Bu materyalizmin gereği olduğu kadar teorinin kendi nesnesine bağlılık anlamında doğru ve işlevli olabilmesi için de gereklidir. Lenin’in savaşa dair teorik görüşü bilinir:
“SAVAŞ POLİTİKANIN BAŞKA ARAÇLARLA DEVAMIDIR (YANİ ŞiDDET) ARAÇLARIYLA [5]”
“Bu ünlü söz, savaş üzerine derin bilgisi olan yazarlardan birisi, Clausewitz tarafından söylenmiştir. Marksistler, haklı olarak, bu beliti, daima, her savaşın özelliğini kavramada teorik temel olarak görmüşlerdir. Marx ve Engels de savaşlara işte bu görüş açısından bakmışlardır.” (Sosyalizm ve Savaş sf:16)
Savaş politikanın başka araçlarla, yani “şiddet araçlarıyla” devamıdır tanımdan birkaç sonuç çıkartılabilir:
İlki, demek ki, her hangi bir savaşın gerçekliğine ancak o savaşa yol açan çatışan politikalar analiz edilerek ulaşabilir. Her savaşın bir tarihinin olması yani tarihsel biçimde oluşup gerçekleşmesi materyalist tarih anlayışının da bir doğrulanmasıdır zaten. İkinci olarak, “politika” değişik politik kuvvetler arsında çatışmadır, politika şiddet araçlarının devreye girmesiyle savaş biçimine dönüşür, böylece bir nitelik kazanır.
Lenin’in yöntemi güncel açıdan bakıldığında örneğin Aksa Tufanı hamlesinin hangi politikanın tarihi boyunca uygulayageldiği siyonist sömürgecilik ve onun en aşağılık biçimi yerleşimci sömürgeciliğin ulaştığı soykırımcı boyut karşısında Filistin halkının ulusal direniş tarihi göz önünde tutularak anlaşılabilir. Ama tabi ki, ABD ve AB emperyalistleri böyle yapmayacaktır, yapmadılar da. İsrail’in durup dururken saldırıya uğradığı ve kendisini savunma hakkı olduğu vb. demagojisini gerçek gibi pazarladılar, dünyayı İsrail’i desteklemesi için manüpüle ettiler. Ortadoğu’daki en önemli ve tek güvenilir kaleleri İsrail apartheid rejimini savunmayı haklı gösterecek her çeşit teoriye başvurdular. Ellerindeki muazzam bilimsel, teknik vb. imkanları, ücretli kalemşorlarını da kullanarak en adi ve ahlaksız manipülasyonlara başvurarak İsrail siyonizmini aklamaya çalıştılar.
İsrail’in sömürgeci savaşını “savunma savaşı” diğer bir ifade ile “anavatan” savunması olarak göstermek, dünya burjuvazisinin II. Enternasyonal oportünistlerinden kaptığı bir yöntemdir. Kapitalizmin serbest rekabet döneminde, dünyanın feodalizmden kapitalizme geçmekte olduğu ulus devletlerin kuruluş çağından “anavatan savunması” bir gerçekti ve tarihsel bakımdan daha ileriyi temsil ediyordu. Lenin şöyle yazıyor: “Kapitalizm, onlar kurulmadan feodalizmi yıkmasına olanak bulunmayan ulusal devletleri, şimdi kendisi için cendere gibi görüyor....” (Sosyalizm ve Savaş sf: 13)
Ama bir kez ulus devletler kurulup da kapitalizm egemen hale geldikten sonra anayurt savunması, aynı anlamda “savunma savaşları” tarihte kalır, çünkü egemen burjuvaziler feodalizme karşı tarihsel rolünü tamamlıyor, artık kendi pazar ve etki alanlarını genişletmek için, ulus devlet alanı dışındaki dünyayı gücü yettiğince sömürgeleştirmek için çalışıyor ve baskıcı yağmacı uluslara dönüşüyorlar, savaşlara da bu sebeple giriyorlar. Eğer bir savunma savaşından, yani anayurt savunmasından bahsedilecekse bu Filistin halkının İsrail siyonizmi karşısında Filistin’i ya da Kürt ulusunun inkarcı Türk sömürgeciliği karşında Kürdistan’ı savunması gibi olabilir. Günümüzde ne Türkiye ve ne de İsrail için “anavatan savunması” söz konusu olabilir. Nitekim apaçık görüldüğü gibi Suriye savaşında Türkiye ve İsrail sürdürmekte oldukları işgal ve ilhak politikasıyla sınırlarını ve etki alanlarını genişletmeye, Ortadoğu’nun yeniden paylaşımında olanaklı olan en büyük parçayı kapmaya, en karlı çıkmaya çalışıyorlar. Suriye’de ABD, Rusya ya da İran’ın da pozisyonları da aynıdır.
Savaşların Özü
Savaşların özünü açığa çıkartabilmek için savaşlara yol açan politikaları incelemek gerekir. İçeride sınıflar mücadelesinin yol açtığı savaşlar olduğu gibi devletler arası savaşların temelinde de belli sınıfların politikaları, belirli sınıf çıkarlarını gerçekleştirme çabaları vardır. Lenin bu konuyu tartışırken şunları belirtir: “Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali-sermayenin çıkarlarını güven altına almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş emperyalisttir. Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse, o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır.” (Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm. sf, 12)
Devletler arası savaşlarda çatışan politikalar, çatışan devletlerin egemen sınıflarının çıkarlarıdır; devraldığı yüzyılların yönetme deneyimiyle burjuvazi her zaman kendi çıkarlarını tüm ulusun çıkarları gibi gösterir, sunar. Emperyalistler arası paylaşım savaşlarında değişik ülkelerin egemen tekelci burjuvazilerinin çıkarlarıdır söz konusu olan. Tekelci burjuvazinin sınıf egemenliği aracı emperyalist ulus devletler dünyanın paylaşımından büyük payı kapma ve dünyayı hegemonyaları altına alma siyaseti izlerler. Emperyalist ülkeler için 1. ve 2. Dünya savaşlarında durum böyledir.
Diğer yanda faşist Almanya ile SSCB arasındaki savaş bakımından durum tamamen farklıdır. Burada söz konusu olan bir yanda Sovyet proletaryası ve halkalarının varlığı, sosyalizmin devrimci kazanımları, dünya halklarının savunulması iken diğer yanda tekelci Alman burjuvazisinin sosyalizmi tasfiye etme, dünyayı fethetme ve köleleştirme siyasetidir. Lenin şöyle diyor: “Dar kafalı, savaşın, “siyasetin devamı” olduğunu kavramaz; savaşta nelerin tehlikede olduğunu, savaşı hangi sınıfın verdiğini, hangi siyasal amaçlarla verdiğini düşünmek üzere durmaksızın, “düşman bize saldırdı”, “düşman ülkemi istila etti” gibi kalıplarla yetinir.” (Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm. sf 12)
Burada bir “dar kafalı” ile bir faşisti bir birinden ayırmak gerçekten güçtür. Dar kafalı “kavramaz” faşist ise çarpıtır. Bir faşist nasıl düşünür? Dünyanın neresinde olursa olsun bir faşist her şeyin kendi ulusunun hakkı olduğunu ve kendi ulusunun bütün diğer uluslardan üstün olduğunu düşünür. Örneğin Devlet Bahçeli ve MHP, “Ulusumuz, vatanımız PKK’li teröristlerin saldırısına uğradı, PKK terör örgütü vatanımızdan bir parçayı kopartıp bir Kürt Devleti ve Kürdistan’ı kurmak istiyor; bölücü teröre karşı ulusumuzu, yurdumuzu savunuyoruz” der. On yıllardır bu yalanlarla Türk işçi ve emekçilerini, ezilenleri, halklarımızı zehirlemeyi ve kandırmayı da başarır. Burada söz konusu olan Türk işçi ve emekçilerinin, ezilenlerinin değil egemen işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin sömürgeci çıkarlarıdır. Kürdistan’ı sömürgeleştiren devletlerden birisidir Türkiye Cumhuriyeti.
Savaşı yürüten sınıfların elde etmek istedikleri amaçları vardır. Savaşa yol açan politikaları şekillendiren de bu amaçlardır. O savaşta hangi sınıf hangi amaçlar ile savaşmaktadır? Lenin’in güçlü bir tarzda sorduğu savaşta “tehlikede olan ne?”, yani “fırtınanın neyin üzerinde koptuğu” sorusunu Marksist analiz açıklığa kavuşturmalıdır.
Savaşın siyasi amacı savaşın özünü verir. Hemen her savaşta tanık olduğumuz askeri ya da siyasi ittifaklar (ki çoğu zaman askeri ve siyasi ittifaklar bir bütündür) savaşın amacı tarafından belirlenir, şekillendirilir. Kuşkusuz ittifak yapan güçlerin her birinin pozisyonu da aynı değildir. Ama yine de amaç birliği vardır. Dünyada bugünkü durumu düşünelim. İki emperyalist grup var, bir yanda ABD, İngiltere, AB, Japonya, Avustralya vb diğer yanda ise Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, Kırgızistan, Tacikistan, Kazakistan, Özbekistan, Hindistan, Pakistan, İran (Şanghay İşbirliği Örgütü vb üyeleri). Birinci grup emperyalistler arasında hem siyasi ve hem de askeri (NATO) ittifak çok güçlü iken ikinci grupta henüz askeri ittifak ön plana çıkmıyor. Birinci grupta ABD emperyalizminin çok güçlü hegemonyası söz konusu iken ikinci grupta henüz Çin’in güçlü hegemonyasından söz edilemez. “Kısaca söylemek gerekirse, “dünya egemenliği” (sayfa 38) emperyalist siyasetin özüdür; emperyalist savaş, o siyasetin devamıdır.” (Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm. Sf: 14)
Enternasyonalizm ve Devrimci Görevler
Proletarya enternasyonalizminin temelleri Marks ve Engels tarafından Komünist Manifesto’da, “İşçilerin vatanı yoktur” ve “bütün ülkelerin işçileri birleşiniz” öğretisiyle atmıştı. Bu temel görüş işçilerin kendi uluslarının burjuvazisinin çıkarları için birbirleriyle savaşmayı reddetmelerini, “savaşa karşı savaş”ı, kendi burjuvazilerine karşı savaşmalarını emreder. Bu ilkesel duruş, III. Enternasyonal tarafından “bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşiniz” stratejik yönelimiyle politize edilir. Günümüzde tekelci kapitalizmin emperyalist küreselleşme evresinde Marksist Leninist komünistler, III. Enternasyonalim devrimci yaklaşımını bütün ülkelerin işçileri ve ezilenleri birleşiniz şeklinde güncellemişlerdir.
Denebilir ki küçülen dünyamızda hemen her önemli gelişme devrimci enternasyonal duruşu sınamaktadır. Henüz belleklerde tazeliğini koruyan Kobane direnişi ve Rojava Devrimi’nde olduğu gibi 7 Ekim Aksa Tufanı hamlesi de devrimci enternasyonalizm için yeni bir sınav oldu. İsrail Siyonist soykırımcılığına karşı Filistin direnişiyle gençliğin demokratik, enternasyonalist dayanışma eylemleri ABD ve Alman demokrasilerinin sınırlarını açığa çıkarttı. Filistin direnişiyle dayanışmayı demokratik biçimde yükselten gençliğin enternasyonalist duruşunun bedeli polis terörü, gözaltı, tutuklama, hapis cezası tehdidi ve para cezaları oldu. Demokrasi, düşünceyi açıklama, propaganda-ajitasyon ve demokratik eylem özgürlüğü, İsrail Siyonist soykırımcılığını, ABD ve Alman tekelci burjuvazisinin hükümet politikalarını destekleyenler için vardı; enternasyonal dayanışmayı yükseltmek ise yasaktı.
Yalnız başına bu örnek bile Lenin’in emperyalist, gerici savaşlar karşısında devrimci görevleri düşünürken illegal örgütlenme görevini ilk sıraya koymasının önemini, yerindelik ve doğruluğunu teyit etmeye yetiyor.
“Sosyal-demokrat partiler her zaman ve her koşulda, yığınların örgütlenmesi ve sosyalizmin yayılması için en küçük legal olanaktan yararlanmayı ihmal etmemekle birlikte, legal çalışmanın kölesi olmaktan da, kendilerini kurtarmalıdırlar. Engels, iç savaşa ve burjuvazinin yasaları çiğnemesinden sonra bizim de yasaları çiğnememiz gereğine değinerek, “ilk silahı patlatan siz olunuz bay burjuvalar!”[11] diye yazıyordu. İçinde bulunduğumuz bunalımlar, burjuvazinin, bütün ülkelerde, en özgür ülkelerde bile, yasaları ayaklar altına aldığını göstermektedir; devrimci savaşım yöntemlerini savunmak, tartışmak, değerlendirmek ve hazırlamak amacıyla bir illegal örgüt [sayfa 28] kurulmaksızın yığınların devrime yöneltilmeleri olanaksızdır.” (Sosyalizm ve Savaş. Sf: 25)
Yasallıkla sınırlandırılmış bir devrimcilik anlayışının yaygınlaştığı, emekçi sol harekette tasfiyeciliğin illegal örgüt ve devrimci mücadele yöntemlerini reddetme yönünde derinleşmekte olduğu ve keza işbirlikçi egemen sınıfların Kürdistan’da ve bölgede gerici bir savaş yürüttüğü bugünkü koşullar altında illegal örgütün ve devrimci mücadele yöntemlerinin önem ve gerekliliği ne kadar vurgulansa azdır. Diğer yandan kuşkusuz son derece sınırlı, titrek ve güvenilmez de olsa her alanda en küçük yasal imkanların kullanılması cesaret ve kararlılığı da büyük bir öneme sahiptir. Bütün ülkelerde burjuvazinin kitleleri savaş arabasına bağlama hazırlığı burjuva hükümetler tarafından demokratik kazanımların tasfiyesi ve faşist eğilimlerin desteklenmesi ile birlikte yürütülmektedir.
Dünya sosyalist hareketi olaylar emperyalist 1. paylaşım savaşına doğru giderken proleter enternasyonalizmin gereğini Basel Konferansı’nda tam bir açıklıkla koydular:
“Tam da “büyük Avrupa devletleri” arasındaki güncel savaş konusunda, Basel kararı bu savaşın “en küçük bir ulusal çıkar bahanesiyle” “haklı” gösterilemeyeceğini bildirir!..”
(PROLETARYA DEVRİMİ VE DÖNEK KAUTSKY Sf: 117) II. Enternasyonal bu haksız savaşta işçileri kendi burjuvazilerine karşı mücadeleye çağırıyordu, emperyalist gerici savaşları ancak proletarya ve halkların devrimci mücadeleleri ve devrimler önleyebilirdi. Eğer emperyalist, gerici savaşlar önlenemezse kaçınılmaz olarak devrimci krizlere yol açacaktır ve devrimci öncüler burjuvaziyi devirmek için bu durumdan yararlanacaklardı.
“Gerici bir savaşta, devrimci bir sınıf, hükümetinin yenilmesini istemekten başka bir şey yapamayacağı gibi, hükümetin askeri başarısızlığı ile onu devirme olanaklarının arttığını görmemezlik de edemez.” (Sosyalizm ve Savaş. Sf: 26)
Gerici, emperyalist bir savaşta görev bunu iç savaşa, burjuvaziyi devirecek devrimci bir savaşa dönüştürmekti. Bunun illegal örgütlenme ve devrimci yöntemler olmaksızın düşünülemeyeceği yukarıda vurgulanmıştı.
Lenin barış için mücadele sorunu üzerinde de önemle durur: “Yığınların barıştan yana duyguları, çoğu zaman, bir protestonun başlangıcını, savaşın gerici niteliğine karşı kızgınlığı ve yığınların bu niteliğin bilincine vardıklarını ifade eder. Bu duygudan yararlanmak, sosyal-demokratların görevidir.” (Sosyalizm ve Savaş. Sf 26)
Komünistler barış talep eden gösteri ve hareketlere katılır, barış talep eden kitlelerle ilişkilenirler. Ancak genel olarak barış istemek, soyut barış talebi hiç bir zaman barışı getirmemiştir. Böyle olduğu içindir ki, komünist devrimciler barış talep eden kitleleri duraksamadan savaşa karşı savaşa, yani burjuvaziye karşı savaşa yönelteceklerdir. “Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmak zorundadır.”
Dünya tekelleri, onların dayandıkları emperyalist devletler arasındaki rekabetin ve emperyalist devlet grupları arasında hegemonya mücadelelerinin keskinleşmesi, büyüyen savaş bütçeleri, yayılan militarizm, kapitalizmin ve burjuva devletlerin gözeneklerinden faşizm eğiliminin neşt etmesi ve tırmanışı; bütün bunlar dünyamızın yeni bir paylaşım savaşına doğru itilmekte olduğunun kuvvetli emareleridir.
Emperyalist devletler başta gelmek üzere belli başlı ülkelerin işbirlikçi egemen sömürücü sınıflarının savaş hazırlığına yöneldiği koşullar altında barış hareketleriyle bu süreci önlemenin olanaklı olduğunu sanmak, düşünmek vahim bir siyasi yanılgı olur. Dünyanın efendisi tekelci burjuvazi ve bütün burjuva ülkelerde ona bağlı egemen işbirlikçi tekelci burjuva sınıflar tarafından dünyanın yeni bir paylaşım savaşına doğru sürüklenmesi ancak devrimler ile önlenebilir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesi bütün ülkelerde devrime yöneltilmelidir. Türkiye gibi siyasi bağımsızlığını kazanmış ve uluslaşma sürecini çoktan tamamlamış kapitalizmin orta düzeyde geliştiği mali-ekonomik sömürgelerde emperyalizme karşı mücadele, siyasi bağımsızlık sorunu olarak değil, egemen işbirlikçi tekelci burjuvazinin siyasi iktidarını yıkma; diğer bir ifade ile politik devrim sorunudur.