Hemen her tarihsel devrim gibi İslam da tedrici ilerlemeyi öngören, köklü değişimlerden kaçınan, Hz. Muhammed liderliğinde bir hareketti ve peygamberin vefatı ardından esaslı bir kırılmaya uğrayarak devrimci özelliğini yitirdi. Halk ondan sonra, dine kendi özlemlerini içerdi. Devrimin özü muhayyel bir karakter kazanırken, zaman zaman girişilen ve sonu genellikle kitlesel kıyıma varan zulümle yanıtlanan özgürlükçü isyanlar, merkezine devrimin kurucu unsurlarına atıfları aldı. Bazı isyanlarda bayraklara “Mülk Allah’ındır” yazıldı. Ancak o çizgi hakim olamadı.
Yıl 1957. Tek parti diktasına karşı halk öfkesini arkalamayı başararak hükümete gelen Demokrat Parti’nin kendi tek parti diktasını oluşturduğu zamanlar. Eyüp Sultan Camii avlusundayız. Cuma namazından çıkanlar arasında uzun boylu, kır saçlı, heybetli biri cemaate seslenip İslam’ı, İslam’ın temel değerleriyle sosyalizmin ana prensiplerini ve emeği anlatıyor. Ömrünün 20 yılını Türkiye’nin çeşitli hapishanelerinde geçirmiş, komünizme imanlı, tarihsel TKP’nin merkez komitesi üyesi Hikmet Kıvılcımlı konuşmaktadır. O gün orada bulunma sebebi, kurduğu sosyalist partinin seçim çalışmasıdır. Demokrat Parti devri iktidarında kıdemli sosyalistimiz H. Kıvılcımlı bu eylemi nedeniyle iki sene daha hapsedilirken, partisinin faaliyetleri, Türkiye’de bir ilktir, “irtica” nedeniyle askıya alındı. Çalışma şevkiyle bilinen Kıvılcımlı ise içeride kaldığı iki yılda İslam üzerine çalışmayı bırakmadı.
Konumuz Kıvılcımlı değil, fakat Türkiye’de siyasal demokrasi ve sosyalizm için tırnak ucu kadar ışık gördüğü her ihtimali kurcalayan biri olduğu için, düşünsel alanda elimizi nereye atsak altından Kıvılcımlı çıkar. Analizleri eksiktir fazladır, orası ayrı; ilham veren tarafı o aşk ve o azimdir. Coğrafyamızın, inançlarımızın ve tarihimizin maddesini analiz etme çabasını elden bırakmamasıdır. Kendisini tekrarlamayı, sabah akşam “işçi sınıfı” demekten ötesine burun kıvırmayı, dolayısıyla düşünsel ve siyasal konformizme çakılmayı tercih edebilecekken, zor olanı seçmiştir. İşçi dediğin insan tekinin ve işçilerden oluşan topluluğun/sınıfın bir kalemde tarif edilemeyecek çeşitlilikte zengin tarihleri, kültürleri, gelenekleri, inançları vardır. Oralarla temas etmeden, marjinalizmin marjlarında gezinen propaganda gruplarına hapsolma tuzağını aşarak, ana akım bir devrimci- sosyalist halk hareketi yaratarak on milyonlarca işçi-emekçiyle kalıcı ve derin bağlar kurulması imkansızdır. TKP o dönemlerde “enternasyonalizm” adı altında Doğu Berlin-Moskova merkezli zihinsel kırıma uğrarken, Kıvılcımlı’nın, ayaklarını Türkiye sahasına basan enternasyonalizm anlayışı ve arayışı Lenin’in “gerçek enternasyonalizm kendi ülke devrimini yapmaktır” mealindeki yaklaşımıyla örtüşmüştür.
TKP’nin kuru işçiciliğe yaslanan söylem ve eylemlerinin kalıcı sonuçlar elde edemeden belli bölgelere sıkışıp kalması, toplumun geneli bakımından yabancı-dışarlıklı bir güç sayılması gibi gerçekleri on yıllar boyunca gören Kıvılcımlı’nın andığımız yönelimleri geleneksel prangaları kırma çabalarıdır. Çoğu zaman yalnız bırakıldığı halde dikkati diriliğinden bir şey yitirmedi. Kürtlerle de bu kapsamda ilgilendi. Türk tarihine baktı ayrıca. Sonra Osmanlı’yı inceledi. İslam tarihine çalıştı. Osmanlı çalışmasının adı “Osmanlı Tarihinin Maddesi”ydi. “İslam Tarihinin Maddesi” adını verdiği etraflı inceleme hapislik ve yersizlik yurtsuzluk nedenleriyle kaybolunca, bize adı “Allah Peygamber Kitap” olan dağınık notlar kaldı. Sadece bunlar okunduğunda bile harcadığı zihinsel emeği anlamak mümkündür.
Andığımız çalışmasında Kıvılcımlı konuya yaklaşırken marksizmden öğrendiği yöntemleri uyguladı, Engels’in “Köken”deki perspektifini kuşanıp dikkatle incelediği Morgan çalışmasına baktı, onlara 20. yüzyıldaki psikoloji-sosyoloji disiplinlerinden öğrendiklerini ekledi, dil bilmenin avantajıyla, henüz Türkçeye kazandırılmamış Frazer gibi yazarları okudu. Evrensel bilgi birikimini, kendine özgü üslubuyla işleyerek “buralı” bir hareket inşa etmek için değerlendirdi. Etraflı tarih okumalarının pek çok faydasını teori-politika oluşturma süreçlerinde ayrıca gördü. Hz. İbrahim’den Hz. Muhammed’e dek peygamberler tarihine vakıftır Kıvılcımlı: “Tektanrı fikri Semitlerin içinde Adem Aleyselamdan beri parlayıp sönen bir yıldız fikirdi. Semit torunları (...) bu fikri Hz. İbrahim atalarından almışlardı. Filistin üç antika medeniyetin (Irak, Finike, Mısır’ın) buluşma noktasıydı. (...) Her krizde bir peygamber yaratmakta gelenekselleşmiş İsrailoğulları her peygamber ile çok tanrı geleneklerinden tektanrı geleneklerine doğru, başka medeniyet ve kavimlere bakılınca adeta koşar adım gelişiyordu. Musevi ve İsevi dinleri böyle yaratıldılar. Ulu bir tarihsel devrimi işlemedikleri ölçüde yereldiler...”
***
Kıvılcımlı İbni Haldun’dan feyz aldı: “Hicaz Arapları belki cahiller ama barbardırlar; yani insancıl kolektif aksiyon; komün özlerini taptaze taşımaktadırlar ve Güney ticaret yolunu açarak evrenselleşebileceklerini sezecek kadar uyanık, maceracı ve ülkücüdürler. Bunun için İsrailoğullarını aratmayan zengin Kureyş uluları yerine daha maneviyatçı ve insancıl (komüncül) kalan züğürt bezirganları, fakir fukaraları ve göçebe çöl bedevilerini derleyecek bir lider peygamber gerekir o kadar. Muhammed buna en uygun kişi olur.”
İslam’a soyut ve genel ilahiyat penceresinden değil, “tarihsel devrim” anlayışıyla baktı: “Irak balçıkları ve çölü ortasında ne kereste ne büyük taş ne de maden bulunuyordu. Bunlar yakın Zağros, Elbruz, Kafkas, Toros dağlarından komşu barbar (komün) yurtlarından getiriliyordu. Ve kaçınılmaz bir gidişle ön tarihsel devrim hazırlanmış oluyordu. Yeni gelenler, daha geri de olsa, taptaze insan, tarih ve coğrafya üretici güçleri taşıdıkları ölçüde eskilerden devraldıkları eseri daha ileri zaferlere ve yüceltimlere taşımak potansiyeliyle dopdoluydu. Barbar demek, tarihçe, manevi insan (ruh ve coğrafya potansiyeli) demektir. İleri bir ortama düştü mü onu kavrayıp geliştirmek için ölümüne dirimine savaşır.”
Bilindiği gibi üç büyük din yanı başımızda doğdu. Ayrıca pek çok inancın izi vardır coğrafyamızda. Bunun böyle olması rastlantısal değil, tarihsel, coğrafi, sosyolojik nedenlerden dolayıdır. Anadolu ve Mezopotamya’da dinler safkan inançlar değil, terkipler halindedir. Tarihsel olarak sonradan gelen önceki birikimi alıp bir kısmını kendine katmıştır. Hz. Muhammed’in de bir hadisinde kendinden öncekilerden devraldıklarına işaret ettiğini görürüz. Sonraki yüzyıllarda mesela Marks da geçmiş tarihsel birikimi, şu aşağı sınıflardan şu egemenlerden kaldı diye ayırmadan, dahası dışlamadan, tarihsel bakiye olarak aldığına işaret edecektir. Tutumunun kök sebebi gayet sadedir: Tarih ve kültürel gelişim özünde deterministtir. Devrimler, iradi müdahaleler, tarihsel akışın içinde tipik değil tekildir. Devrimler de bir tarihten, kültürden, inanç düzeninden gelen insanlarca inşa edilir. Aslolan bütün o terkiple uyumlu bir hukuk ve yaşam düzeni kurmayı başarmaktır. Tek tanrılı dinler en az üç-dört bin senedir varlığını sürdürüyor. Bugün ulus adını almış olan insan topluluklarının o isimleri taşıdıkları tarihin kökleri de birkaç bin yılı bulur. Bundan dört bin sene önce de Türk ve Kürt vardı örneğin, bu tür toplulukların refleksleri üç yüz yıllık geçmişi olan ABD halkınınki gibi olamaz sözgelimi; hakeza tarih kavrayışlarıyla din ve yurt bilinçleri de. Dolayısıyla “milletler”in ve tek tanrılı dinlerin tarihi hiç değilse üç-dört bin sene geçmişe uzanır. (Onun öncesi de uzun bir zamanı alır, bunun için mesela Göbeklitepe buluntuları üzerine yapılan yayınlara bakılabilir.) Evrimsel işleyen bir süreçten bahsediyoruz. İnançlar ve “milletler” kendi akışı içinde tedricen gelişip değişir. Köklere düşman olan, kişileri geçmişlerinden utanmaya sevk ederek tarihsel akışta bir tür radikal kesinti yaratmayı benimseyen ve popüler ağızda bunu köylülük-şehirlilik gibi klişelerle köpürten pozitivizmden el alan iktidar eğitim-denetim gibi dışarıdan müdahalelerle sıfırdan bir tarih imal edilebileceği saplantısına sahipti. Ne var ki, hayat o zorlamaları kısa sürede boşa çıkardı. Dinlere mesafeli ve yer yer karşıt konumlar alan yetmiş yıllık sosyalizm denemeleri sona erdiğinde, halkın kiliselere koşması sadece bu açıdan bile ele alınıp incelenmeyi hak eder. Pozitivizm kalıntısı her tür zorlamanın toplumsal kültür tarafından bünyeden atılmış olması artık tarih bilgisi olarak yedeğimizdedir.
Osmanlı’nın sömürgeleştirilme sürecinde ulus bazlı reaksiyoner bir hareket olarak ortaya çıkan İttihatçılar ideolojik gıdalarını pozitivizm ve sosyal-darwinizmden aldı. Cumhuriyet de Fransız devrimini hayranlıkla kopyaladı, bilhassa etnik körlük ve dini devlet denetimi altına alma konularında. Devlet denetimi saplantısı tipik bir pozitivist modernleşme zorlaması olarak son iki-üç yüzyılda türlü ritüellerle üretilmiştir. Cumhuriyetin erken dönemindeki Fransız hayranlığı ise bir tür himaye-manda aruzusunu içermiştir. Mustafa Kemal’in yeraltı kaynaklarını seksen yıllığına Fransa’ya vakfetme teklifi bu arzuyla uyumlu olmakla birlikte, mahcup edici bulunduğundan olacak, siyaset bilimi ders kitaplarının sayfalarına terk edilmiş bilgiler arasındadır.
Devlet ideolojisi çeşitli coğrafyalardan gelip Türkiye sathına yerleşen heterojen toplulukları “milletleştirmenin” katalizörü olarak kullanıldı. “Devletin milleti” böylesi adımlarla yaratılırken (Onuncu Yıl marşında o “yaratma” eylemine gönderme vardır), onlara bir de devletin dini içerilmek istendi. Gelenekten, tarihten, kültürden koparma adımlarına bağlı olarak alınan mesafeye rağmen iki temel problem kendisini hissettirdi: Kürtler ve dindarlar. Rejim Kürtleri kapsayamayacak denli fanatik bir Türklük inşasına girişmişti. O kaynaktan gelen itirazların yüz yıla yayılan sonuçları biliniyor. Din konusunda ise üçlü bir yarılma vardı. Bir yanda halk İslam’ı, bir yanda Fransız modeline öykünen devlet İslam’ı, bir yanda siyasal İslamcılık. Halk tepeden dayatmacılığı sessiz bir reddedişle karşıladı. TKP ise arada bir ulusal sorun etrafında sözler ederken, din konusundan uzak durdu, halk dini karşıtı kemalist politikaları destekledi. Harf inkılabını ilerici saymak, kılık kıyafet modernleşmesinde devrimcilik bulmak gibi garabetler zihin dünyasının nasıl işlediğine işaret etmesi bakımından dikkate değerdir. TKP bir tür etkisiz elemanlığa çakılırken, ezan Türkçeleştiriliyor, müezzinlere papyon taktırılıyor, Arapça ezan okuyanlar tımarhanelere kapatılıyor, bütün bu faaliyetle halk İslam’ı baskılanıyordu. Sosyalistler fiilen politika dışı kalmıştı. O evrede siyasal İslamcılar halk İslam’ını bastırma harekatından sinsice nemalanmayı seçerek semirdi. Oysa Anadolu merkezli halk İslam’ı otantikti. İslam öncesi inanç unsurları İslam’a katıldığı için din günlük hayatla uyumlu hale getirilerek yaşanmaktaydı. Türkler Göktanrı, Kürtler Zerdüşt inançlarından kalan kültürel detayların İslam ilahiyatıyla oryantasyonunu kendi doğallığı içinde gerçekleştirmişti. Dini müktesebattaki müphem alanların halk İslam’ı detaylarıyla doldurulması, daha sonra, bugüne kadar uzanacak bir başka gerilimi, siyasal İslamcıların Anadolu’daki otantik İslam’ı din dışı saymaya varan tariz ve tacizlerine yol açtı. Hatta bu gerilimde, alana ilişkin tarihsel ve güncel okumalara uzak kadro bakiyesine sahip olan sosyalist ve devrimci hareket devre dışı kaldığı oranda, siyasal İslamcılığa görece direnç erken dönem Türkçü hareketten gelmiş ve bu gerilim son on yıla dek türlü biçimlerde sürmüştür. Hem basınç hem direnç yanlış bir aksa sahip olduğu için bir tür ayıklama, tasnif etme ve yeniden tanımlama işi henüz orta yerde durmaktadır. Tasavvuf da ayırıcı bir özellik olarak Anadolu’daki halk İslam’ı bileşeni olmuştur. Başka ulus ve ulusal toplulukların özgünlüğünü reddeden Arabik İslam’a mesafe almayı beraberinde getiren tasavvuf aracılığıyla özgünlüklere kapı aralandı. Özellikle 1970’lerdeki kitlesel devrimcilik yıllarında devrimciler halk İslam’ının/kültürünün içinden çıkıp sosyalizm mücadelesine katılmıştır. O katılımda radikal bir kopuşma zorunlu değildi, ailelerinde görüp tanıdıkları İslam’la sosyalizmin ana prensipleri arasında yakınlık buluyorlardı zira. Ancak başka bazı yeni problemler baş göstermişti. Siyasal İslamcılık “yeşil kuşak” projesinin aparatıydı. Ayrıca sol-sosyalist dünya çeşitli mezhepleşmelere uğramıştı. Siyasal İslam’a tepki, otantik İslam’ın halkçı yanlarından uzak kalmayı ve zaman içinde bunlara karşıymış sanılmayı beraberinde getirdi. Karşıdevrim cenahı ise dini araçsallaştırarak mülk edinmeyi başardı. Olayların akışı içinde sol-sosyalist hareket teorik darlık ve Sovyetler Birliği, Çin gibi devletlerin siyasal gündemlerine takılma stratejik hatasıyla inanç dünyasının dışında kaldı. Zaman içinde yenilgiye uğramış Avrupa solunun kısır tartışmalarıyla 1989-91 yenilgisinin yol açtığı tasfiyeci rüzgar eklenince, halktan duygusal planda da uzaklaşılarak genel geçer doğruların saçağına sığınıldı. İslam’ı Hristiyanlık üzerinden okuma yanlışı pek çok imkanın kaybedilmesine yol açmıştır. Türkçeye çevrilen kitapların içeriklerini indirgeyici bir yüzeysellikle İslam eleştirisinde kullanmak yabancılaşma katalizörü olmuştur. Batı’da Kilise feodalitenin takdis edicisiydi. Ayrıca bütün toprakların dörtte üçü kiliseye aitti. Sistemin sürmesi Papa’dan alt kademe papazlara dek düzenle uyumu herkesin işine geliyordu. Burjuvazi haklı olarak o düzene savaş açarken, Hristiyanlık özelinde dini de hedef aldı. Burjuvazinin laiklik bayraktarlığı bunun ifadelerinden biridir. Elbette o da kendi sınıf çıkarları için dine savaş açmış, laikliği öne çıkarmış ve fakat bir süre sonra kiliseyle barışarak bu kez yoksulları uyuşturmak için dinden faydalanmıştır. O mücadele dönemlerinde “dine karşı din” mantığı işlediği için bir kısım ruhban kiliseye karşı mücadelede yer alarak, genellikle İsa’nın yoksuldan yana sözlerini öne çıkararak halkı cesaretlendirebildi. Bu tanıdık bir hikayedir, Marks’ın analiz öğeleri arasında yer alır, ancak hikayedeki din ile genel olarak Doğu’daki, özelde Türkiye’deki din(ler) bir ve aynı değildir. Benzer kodlar üzerinden okunduğunda oryantalizmden kaba materyalizme dek bir dolu arıza meydana gelir. Devrimcilerin-sosyalistlerin halk kitlelerinden uzağa düşmesi, marjinalizm riskinin zamanla hakikate dönüşmesi gibi sonuçlara yol açar.
İslam ilahiyatında kimi dinamikler farklı bir mekanizmaya sahiptir. Mesela Hristiyanlığın ilkesi olan ruhbanlık İslam’da külliyen reddedilmiştir. İslam’da insan suçlu değildir, günah çıkarma gibi uygulamalar yoktur, her şey Allah ile kul arasındadır, tövbe ve yakarış onadır, onun dışında hiçbir mutlak otorite yoktur. “Mülk Allah’ındır” ifadesi ise bizzat Kur’an ayetidir.
Toprakta özel mülkiyet, İslam devrimi yaşarken yasaktı. Zekat gibi kimi uygulamalar bir tür sigorta işlevindeydi. Hemen her tarihsel devrim gibi İslam da tedrici ilerlemeyi öngören, köklü değişimlerden kaçınan, Hz. Muhammed liderliğinde bir hareketti ve peygamberin vefatı ardından esaslı bir kırılmaya uğrayarak devrimci özelliğini yitirdi. Halk ondan sonra, dine kendi özlemlerini içerdi. Devrimin özü muhayyel bir karakter kazanırken, zaman zaman girişilen ve sonu genellikle kitlesel kıyıma varan zulümle yanıtlanan özgürlükçü isyanlar, merkezine devrimin kurucu unsurlarına atıfları aldı. Bazı isyanlarda bayraklara “Mülk Allah’ındır” yazıldı. Ancak o çizgi hakim olamadı.
İslam devrimi literatürdeki “siyasal devrim”le örtüşür. Bir tür küçük meta ekonomisi ideali vardır. Dar ölçekli, Medine gibi bir şehir devletinde model işlemiştir. Başlangıç koşulları geride kalınca yapısal sorunların ortaya çıkması kaçınılmazdı. Ganimet ve fey gelirleri nasıl bölüşülecek, “aslan payı” kimde olacaktı? Peygamber, kendisine düşen payı genel bir eğilim olarak halka dağıtıyor, bazı geceler aç yatıyordu, tamam ama bu tavır “kanun” değildi ve onun vefatından sonra başkaları, yağma ve talanı öngören politikaları da öne çıkararak mal biriktirmeyi seçti. Üstelik bu faaliyet teknik olarak yasaldı, dini müktesebatta yeri vardı. Ebu Zer Gıfari’nin Kur’an ve peygamberi refere ederek altına, gümüşe savaş açıldığını söylemesi bu nedenle işe yaramayacaktı. Yaramadı da, muhalefetini artırınca dövülüp Rebeze çölüne sürüldü, orada yalnızlık içinde öldü. Diğerleri ise iktidarlaşma yolunda emin adımlarla ilerledi. Başka düzenlerde olduğu gibi orada da konu dönmüş dolaşmış “artı ürün”e, daha doğrusu bütün o servete kimin-kimlerin sahip olacağına gelmişti. Kureyş’in alt kabileleri kendi içlerinde hakimiyet savaşına tutuşmuştu. “Raşit Halifeler” olarak adlandırılan ilk dört halife zamanında belirip şiddetlenen mücadele, Ali ve taraftarlarının yenilgisi üzerine Emevi ailesinin iktidarıyla sonuçlandı. Tarihsel devrimi şu veya bu ölçüde sürdürmek isteyenler stratejik olarak yenilince, din Emevi-Abbasi gibi devletlerin elinde iktidar aparatına döndü. Buna karşın İslam içindeki isyanlar İslam karşıtlığı biçiminde değil, kuruluş esaslarına dönmek gibi romantik bir ideal etrafında gerçekleştirildi. Türklerin ve Kürtlerin İslam’ı kabul süreçleri ise kendi özgünlüklerini dine kattıkları bir genişleme yoluyla oldu. Bilindiği gibi kılıçla Müslüman edilmek istendikleri sürece her iki savaşçı halk topluluğu İslam’a direnmiş, daha sonra barışla din tebliğ edildiğinde İslam’ı benimsemişlerdir.
Batı’daki Hristiyanlık okumasının transplantasyonu yoluyla İslam’ı okumak, yeşil kuşak siyaseti, rejimin amaçlı faaliyeti ve TKP’nin dogma haline getirdiği modernizm nedeniyle devrimciler ve sosyalistlerle halk İslam’ı arasındaki mesafe açıldı. Örnek olsun: Pek çok konuşma ve yazıda Kur’an’da kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığından bahsedilir. Kur’an okunsa kadın ve erkeğin aynı özden yaratıldığının yazıldığını görülecek, kaburga kemiği mitolojisinin Tevrat’a geçtiği fark edilebilecektir oysa. İslam’da kadının miras hukukundaki konumu da böyledir. Bugünden bakılırsa erkekle bir tutulmadığı söylenebilir ve haklı olarak eleştirilebilir. Ancak İslam öncesi Arap-Kureyş geleneğinde kadının mirastan hiç pay almadığı bilinse, o görece iyileştirmenin tam da bir siyasal/tarihsel devrim uygulaması olduğu anlaşılabilir. Mesele şurada düğümleniyor: Modernist hücum silahlarıyla huruç mu ediliyor, eleştiri nesnesi olan konu önce etraflıca anlaşılmak mı isteniyor? Tarihsel TKP geleneği ilkini seçmiş ve seçimiyle burjuva modernliğin yedeğine düşmüştür. Kıvılcımlı tarihe bakarken deterministtir. Doğu’daki “Allah” inanç ve kavrayışını determinizm üzerinden ele alır. Mesela, en genel anlamıyla materyalist ekolde “determinizme” yüklenen işlev ne ise, dinde, bilhassa İslam’da “Allah’’a yüklenen işlev odur. Bu gelişkin kavrayış nedeniyle soyut-genel-işlevsiz münazaradan uzak durur, “Allah var mı yok mu” gibi tartışmalara girmez. Allah ve determinizm eşleştirmesi üzerinden İslam tarihinin maddesine bakmaktır amacı. Kaldı ki, soru İslam düşüncesi içinde caridir, çokça tartışılmıştır ve sorunun ilhamı olan Antik Yunan’daki felsefecilerin önemli bir bölümü düşünsel eğitimlerini Mısır gibi “Doğu” ülkelerinde yapmışlardır. Modernist dogmatizmin sevdiği “ortaçağ karanlığı” kalıbı Avrupa bakımından geçerliydi. O yüzyıllarda Doğu’da, daha sonraki Avrupa aydınlanmasının temelini oluşturacak kapsamlı bilimsel-teorik-edebi aydınlanma yaşanıyordu. İçine doğulan kültür dünyası hava gibi, su gibidir. Referans noktaları o kültür içinden verilir. Üstelik bilerek değil, kendiliğinden, gayriihtiyari. Çünkü binlerce yıllık kültürel genetik insana bunları devrederek ilerler. Marks’a bakıldığında, yazılarındaki dinsel referansların çokluğu dikkat çekicidir. Bunlar “bilgi”den çok kültürel kalıtla edinilmiştir. Yine Marks’ta yer yer rastlanan ve eleştiri konusu olan Yahudi aleyhtarlığı arasında böyle bir ilişki kurulabilir. İslam’a doğanlar bakımından da Müslümanlık bir kültürel ortamı ifade eder. Burada Müslümanlık ve dindarlık arasında bir açı kurulabilir. Müslüman İslam kültür dairesinde bulunan ve referanslarını oradan alan herkesi kapsarken, dindarlık dinin kurallarını hayatında uygulamayı gerektirir. Herkes Müslüman olabilirken, herkes dindar olamaz ve zaten bu beklenmez. Birincisi kapsayıcı-yatay düzlemde demokratik karakterli halk İslam’ının paydasını oluşturur. Burada Alevilik için de benzer kategoriler açılabilir. Mensupları ister İslam içinde saysınlar kendilerini, ister İslam dışında, zengin bir inanç birikimine sahip Alevilik, belli başlı unsurlarıyla sosyalizme pek çok inançtan daha yakındır, ancak bilindiği gibi, “köylülük”, “eskilik” gibi nitelemelerle o inanç değersizleştirilmeye çalışılmıştır. Hristiyan kültürüne doğanlar bakımından da durum bu çerçevededir. Meşhur “komünist” Pablo Neruda bütün rahatlığıyla “Biz Hristiyanlar” diye söz alabilmişti. Kültüre, semantik bağa, referans noktalarına, kontekse işaret eden bu gibi kullanımların skandallaştırılmasını duygusal-düşünsel darlıkla açıklayabiliriz. Namaz kılan, ezan okunduğunda toplantıya ara veren, cami avlusunda İslam’la sosyalizmi anlatan komünistlerden-sosyalistlerden geçip, bayram ya da cenaze namazı kılmayı bile kenara bırakalım, “selamünaleyküm” demekten sakınan sosyalistlere doğru gerilemek, üzerinde durulması gereken meseleler arasındadır.
Şöyle düşünelim: Hiçbir kişisel çıkar beklemeden yaşamlarını devrime adayan, ailelerinden ayrı ömürler geçiren, en ağır bedelleri ödeyen, halka-ezilenlere sevdalı devrimciler, içinden çıktıkları topluma neden ve nasıl yabancılaşabiliyorlar? Onları toplumsal kültürden, tarihten koparıp köksüzleştiren, bazen marjinal tartışmalarla sınırlayan nedir? Sadece inanç başlığıyla izah edilemeyecek darlaşmada inanç konusunun payı ne kadardır? Bu tür soruların peşinden gidilerek bile toplumsal sosyolojiyle buluşmanın bazı patikalarını oluşturmak mümkündür.
Burada devrimci sosyalistlerin mücadele tarihlerinde akıntıya karşı yaptıkları iki hamleye dikkat çekmek gerek. İdeolojik planda henüz savunma pozisyonunda oldukları 1990’larda dahi inanç dinamiğini fark ettiler. Türkiye tarihinde önemli izler bırakan Gazi ayaklanması o fark edişle doğrudan ilgilidir. Sonradan esnek, halkçı, kapsayıcı, öz örgütlenmeleri öne çıkaran politik hamlelerle içeriklendirilemese bile, genel olarak inanç, özelde Alevi inanç kimliğinin devrimci dinamiğine işaret edilmiş olması ayırıcı bir özelliktir. Üstelik o yıllarda bu tutum, emekçi sol dünyada genellikle küçümsemeyle karşılanmış, sınıf mücadelesinden sapma gibi klişelerle değersizleştirilmeye çalışılmıştır. Gerici-tutucu bir basınç oluşturmayı amaçlayan o tür salvolar mezhepçilikle malul Türkiye devrimci ve sosyalist hareketinin külliyen kopuşulması gereken hastalıklı yanlarından biridir. 2010’larda İslam’ın halkçı yorumları üzerine kafa yormak, “antikapitalist Müslümanlık” mantığıyla sınırlı olsa bile İslam’ın emekçi-halkçı yorumu üzerinde durmak da bir o kadar önemlidir. Gelmekte olanı sezme becerisi, teorileştirme kısıtını aşabildiği oranda, genel perspektifi maddi bir güç haline getirebilir, o bilinçle donanan devrimci sosyalistler aracılığıyla işçi-emekçilere mal edilebilir. Gösterilen dikkati sıklet merkezi oluşturacak biçimde işlemek, üstelik bunu konjonktür kısıtlarının dışında gerçekleştirmek öncelikli ihtiyaçlardandır.