Lenin önderliğindeki 3. Enternasyonal, Komünist Manifesto’nun “Dünyanın bütün işçileri, birleşin” şiarına “ezilen bütün halkları” vurgusunu ekledi. Böylelikle ulusal mücadeleyi sınıf mücadelesinin bir parçası haline getirdi. Yani ulusal mücadelenin de, burjuva demokrasisi sınırları içerisinde kısmi olarak çözülecek olsa bile, son tahlilde, ulusal önyargıların ve ulusal sömürünün, ulusal eşitsizliğin bir bütün olarak ve en tam çözümünün sosyalizmde olduğunu belirlemiş oldu.
Ulusal Soruna Tarihsel Bir Bakış
En genel hatlarıyla (dil birliği, ortak kader ve ruhsal şekillenme, coğrafi ortaklık ve diğerlerine ek olarak) ifade edecek olursak, ulus kapitalizmin bir ürünüdür, ona ait bir olgudur, sermayenin ihtiyacının zorunlu sonucudur. Başka bir biçimde ifade edecek olursak, paranın belirli bir coğrafyadaki varlığının, egemenliğinin ve güvencesinin ekonomik, sosyolojik, kültürel varlık halidir. Kapitalist sistemin ihtiyacı doğrultusunda sayısız özgünlükleri içinde barındıran insan topluluklarının örgütlenmiş biçimidir. İnsanlar arasındaki ve toplumlar arsasındaki maddi ve kültürel ilişki biçiminin ürünü olarak ortaya çıkmış, belirli bir tarihsellik taşıyan, üretim biçiminin ve üretim ilişkilerinin gelişmişlik düzeyine bağlı olarak niteliği ve niceliği de değişen toplumsallıktır. Bundan dolayıdır ki ulus, her coğrafyada oluşum biçimi bakımından farklılıklar gösterse de, en genel hatlarıyla kapitalizm, kapitalizme ait üretim ilişkileri, sanayileşme, üretici güçler, ticaret, işbölümü, sermaye, burjuva hukuk, teknik ve teknolojik gelişimin sonucudur. Saydığımız bu olgular olmasaydı/gelişmeseydi toplumların uluslaşmasından, uluslaşma tarzında örgütlenmesinden bahsedemezdik. Bu anlamıyla ulus kapitalizmin ortaya çıkarttığı bir toplumsal olgudur. Kapitalist üretim biçimi geliştikçe, ekonomik olarak egemen hale geldikçe, onu maddi güç haline getiren ekonomik altyapı, bu gücü oranında siyasal olarak da egemenlik elde etmek istedi. Bu siyasal egemenlik sadece siyasal iktidardan pay alma veya iktidarın el değiştirmesi değildi. Toplumsal ilişkilerin bir bütün olarak köklü bir biçimde değiştirilmesi demekti. Bu aynı zamanda, devlet aygıtının da yine burjuvazinin ve kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda altyapı ve üstyapı olarak kökten değiştirilmesi demekti. Her iktidar savaşında olduğu gibi kapitalist burjuvazinin aristokratik feodalizme karşı iktidar mücadelesi de siyasal, ekonomik, askeri, kültürel, dinsel ve toplumsal bütün alanlarda karşı karşıya gelişi kapsadı ve bu da her boyutta, her biçimde şiddetli çatışma ve savaşlara sahne oldu. Egemen hale gelen kapitalizm feodalizmle girdiği savaşı kazandı ve bir bütün olarak onu yenilgiye uğrattı. Kapitalizmin bu evresinde onun temsilcisi olan burjuvazi hem kendi sınıfı adına, hem de feodalizmin ezdiği diğer toplumsal kesimler adına siyasal özgürlüklerin de temsilcisi oldu.
Sanayi ve ticaret sermayesi olarak büyüyen ve büyümesi maddi olarak engellenemez olan burjuvazi kendi iktidarını ve tarihsel egemenliğini ilan etti. Uluslaşmanın ilk dönemi bakımından kapitalizmin ve burjuvazinin maddi gelişkinlik düzeyi geliştirdiği ulus devletlerin sınırlarına sığmaz olmaya başlayınca dünyanın paylaşımı gündeme geldi. Burjuvazi, hem dünyanın paylaşımını gerçekleştirmeden, dünyayı sömürgeleştirmeden, hem de kendi karşıtını, proletaryayı sömürmeden var olamazdı. Azami kar, rekabet ve sömürü yasalarına göre hareket eden tekelci burjuvazi ve tekelci kapitalist sistem sınıfsal ve ulusal mücadeleyi de iç içe geçirdi. Bu anlamıyla da hem sınıf mücadelesi, hem de ulusal mücadele kader birliğine girmiş oldu. Bu gerçekliği gören ve çözümleyen Lenin önderliğindeki 3. Enternasyonal, Komünist Manifesto’nun “Dünyanın bütün işçileri, birleşin” şiarına “ezilen bütün halkları” vurgusunu ekledi. Böylelikle ulusal mücadeleyi sınıf mücadelesinin bir parçası haline getirdi. Yani ulusal mücadelenin de, burjuva demokrasisi sınırları içerisinde kısmi olarak çözülecek olsa bile, son tahlilde, ulusal önyargıların ve ulusal sömürünün, ulusal eşitsizliğin bir bütün olarak ve en tam çözümünün sosyalizmde olduğunu belirlemiş oldu.
Kapitalizm ve onun burjuva ideolojisi bir bütün olarak topluma, devlete, devletin tüm kurumlarına egemen oldu. Burjuvazi iktidarını sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, proletarya başta olmak üzere sınıfsal çıkarına aykırı olan bütün toplumsal kesimlerle uzlaşmaz çelişkiler zeminine geçti, onlara karşı savaş açtı ve burjuva demokrasisinin sınırlarına geldi.
Sınıflar Üstü Bir Paradigma: Tüm Kötülüklerin Kaynağı Ulus Devlet
İster köleci, ister feodal, ister kapitalist, ister ulusal, isterse de çok uluslu olsun, hangi biçimde olursa olsun, devletin ortaya çıkması ve bu temelde devleti devlet yapan en temel özellikleri tariflemek için sözü fazla uzatmadan Lenin’e ve ardından Marks’a bırakalım: “Devlet, sınıf karşıtlıklarının giderilemezliğinin bir ürünü ve bir ifadesidir. Devlet, sınıf karşıtlığının giderilmesinin nesnel olarak mümkün olmadığı yerde, anda ve ölçüde ortaya çıkar. Tersinden söylersek, devletin varlığı, sınıf karşıtlıklarının giderilemez olduğunu kanıtlar”; “Eğer sınıfları uzlaştırmak mümkün olsaydı, devlet ne ortaya çıkabilir ne de varlığını sürdürebilirdi”; “Devlet, bir sınıfın egemenlik organıdır, bir sınıfın bir başkasını ezmesini sağlayan organdır; sınıflar arasındaki çatışmayı yumuşatarak bu baskıyı yasallaştıran ve ona süreklilik kazandıran düzenin kurulmasıdır”.
Engels’le devam edelim: “Öyleyse devlet, topluma dışardan dayatılmış bir güç değildir; Hegel’in ileri sürdüğü gibi, ‘ahlak fikrinin gerçekliği’, ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ de değildir. Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir üründür; bu, toplumun, önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır (…) görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir”; “Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan, ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir”. Öyleyse devlet, tarihin belirli bir aşamasında ve belirli maddi koşullar içerisinde ortaya çıkmış, onu ortaya çıkartan maddi koşulların ortadan kalkmasıyla da varlığı son bulacak olan bir aygıttır. Nasıl ki toplumların belirli bir aşamasında devlet olgusu yok idiyse ve insanlar devlet gibi bir araca ihtiyaç duymadan yaşamlarını ve toplumsal ilişkilerini devam ettiriyor idiyse, maddi üretim ilişkileri değiştiğinde ve yeniden yeni biçimde (sınıfsız) örgütlendiğinde devlete de ihtiyaç kalmayacaktır. Bu da şu anlama gelir: devleti devlet yapan, sınıfların ortaya çıkışıdır; sınıflar sömürü ve egemenlik düzeni kurar, sömürü ve egemenlik düzeninin varlığı ve devamlılığı devlet aygıtıyla yürütülür. Sömürü ve buna dayalı egemenlik sistemine (günümüzde kapitalizm) son verildiğinde devlet aygıtını var eden koşullar da ortadan kaldırılmış ve böylece devletin de sönümlenmesinin yolu açılmış olur.
Devlet, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yöneten-yönetilen, mülklü-mülksüz ilişki biçimlerine dayalıdır. Egemen sınıfın siyasal iktidarı ordu, polis, hukuk, mahkeme, zindan, din, eğitim ve bütün bürokrasi aygıtlarıyla elinde bulundurmasıdır. Yani ekonomik ve siyasi iktidarı elinde bulunduran sınıfın aygıtıdır. İktidar ezilen sınıfların eline geçmediği ve sömürü sistemine son verilmediği sürece devlet, ifade ettiğimiz temel özelliklerini, adı ne olursa olsun, korur. Yani kötülüklerin, yoksulluğun, ırkçılığın, faşizmin, sömürünün, sömürgeciliğin, işgallerin, savaşların, erkek egemenliğinin, kadın düşmanlığının, doğa ve canlı katliamlarının kaynağı kapitalist sistemdir, onun sınıf temsilcisi burjuvazidir ve iktidar aygıtı olarak ellerinde tuttukları, ezilen ve sömürülen bütün kesimlere karşı zor aygıtı olarak kullandıkları devlettir.
Siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduran burjuva sınıfı işçilerin ve ezilenlerin ekonomik, demokratik bütün taleplerini ve mücadelelerini elinde bulundurduğu zor aygıtıyla her türlü şiddeti uygulayarak bastırmayı hedefler. Kapitalist sistemin ve burjuva sınıfının egemenliğinin korunmasının ve devamlılığının güvencesi burjuva devlet, zor aygıtlarını elinde bulundurmadan ve onu ezilenlere karşı kullanmadan burjuvazinin egemenliğini ve sömürü sistemini koruyamaz. Devlet, sınıflı toplumların bir ürünüdür, kapitalizmde ulusal karakterde bir yapıya dönüşmekle birlikte özünde bir değişiklik olmamıştır. Gelinen aşamada burjuvazi ulusal sınırlar içerisinde egemenliğini korumakla birlikte, uluslararası sermayenin de bir parçası olmuştur. Devlet, nasıl ki özünü kaybetmeden ulusal karakterde bir değişime uğradıysa, şimdi de yine özünü kaybetmeden sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda değişime uğramaktadır. Değişmeden kalan özel mülkiyete dayalı sömürü sistemidir.
Sınıfların varlığını koruduğu ve sömürü esaslı bir sosyo ekonomik yapıya dayanan herhangi bir devlet biçimi sadece ve sadece “ulus devlet” olduğu için kötülüklerin kaynağı olamaz. Ulus devleti ulus devlet yapan niteliklere bakmak gerekir. Sömürü ve zulüm düzeninin varlığını koruduğu bir ulus devlet olabilir de, olmayabilir de. Bunu değerlendirmek için ulus devlet içerisindeki sınıfsal ilişkilere bakılır. “Ulus devlet” sınıfsal karakterinden yalıtıp sadece “ulus devlet” olması nedeniyle reddedilirse, işte bu reformizm olur. Devleti ortaya çıkaran sınıflar olduğuna göre, sınıf dışı bir devlet gerçekliği olamayacağı gibi, sınıflar üstü bir devlet gerçekliği de olamaz. Sömürü ve zulüm düzenine karakterini veren devletin ulus devlet olması değildir, sınıflı bir toplum olmasıdır. Ulus devlet sınıfları ortaya çıkarmamıştır, tam tersine, ulus devlet sınıfların otaya çıkmasının belirli bir aşamasının ürünü olarak, ezen sınıfın egemenlik aracı olarak ortaya çıkmıştır. Sınıflı bir toplum sistemini doğrudan hedeflemeyen her görüş bir dönem ilerici rol oynasa bile son tahlilde reformizme savrulur. Sınıf sömürüsünün neden olduğu çelişkileri ve buna bağlı kötülükleri böylece görmezden gelmiş olur. Bütün kötülüklerin kaynağını ulusa ve ulusallığa yüklemiş olur. Oysa ulusa ve ulusallığa da karakterini veren o ulusun içinde bulunduğu mülkiyet ilişkilerinin biçimidir. Eğer özel mülkiyet ve buna dayalı bir toplumsal düzen ve devlet sistemi varsa (o devlet içerisindekiler ister tek bir ulus olsun, isterse birden çok), orada zaten sınıfsal, ulusal, dinsel, cinsel sömürü de var demektir.
Bir ulus diğer bir ulusu sadece ulus olduğu için egemenlik altına almaz, sömürmez, sömürgeleştirmez. Ezen ulus sınıflı topluma dayandığı için, sınıflı toplumun da sınıf temsilcileri olduğu için, bu sınıf temsilcileri ekonomik ve siyasi gücü ellerinde bulundurdukları için, sınıfsal çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yaparlar. Yani sömürdükleri toplumsal kesimlerin onlar için ancak ve ancak sınıfsal çıkarları gereği bir karşılığı vardır. Eğer böyle olmasaydı, ulus kapitalizme ait bir olgu olmaz, sadece sömürü sistemine ait bir olgu olurdu. Köleci ve feodal devlet biçimi böyleydi. Özel mülkiyete dayalı sömürü sistemi vardı, ama ulus ve ulusal devlet yoktu. Örneğin Kürt halkını sınıfsal çıkarları gereği sömürenler, Kürdistan’ı sınıfsal çıkarları gereği işgal ve ilhak ederler, sömürgeleştirirler. Sınıfsal çıkarları gereği Türk ırkçılığını sömürünün, işgalin, sömürgeciliğin ideolojik mayası olarak kullanırlar. Irkçılık, faşizm, tıpkı ulus ve ulus devlet gibi, sömürü sisteminin, kapitalizmin bir ürünüdür. Böylece Türk burjuvazisi, bir yandan Kürdistan’ı maddi olarak sömürgesi olduğu için sömürür, diğer yandan Türk ve Türkiyeli emekçileri yedeklemenin bir aracı olarak faşist Türkçülük ideolojisi kullanılır. Kürt halkının dili, kültürü, varlığı yok sayılarak, yok edilerek, böylece ikili bir sömürü ağı/sistemi kurumuş olur. Diğer yandan da, örneğin Türk ve Türkiye halkını/emekçilerini sınıfsal anlamda sömürür. Bu sömürü sistemini kurmadan sermaye birikimi elde edemez. Kapitalizm de kapitalizm olmaktan çıkar bu durumda. Türk burjuvazisi Türkiyeli emekçileri sınıfsal olarak sömürürken, bir taraftan da onların bilincini çarpıtarak Kürt halkının ve emekçilerinin sömürülmesi için ulus ve ulusallık adına kendine yedekler. Oysa özünde Kürt halkı da, Türk emekçileri de Türk burjuvazisi tarafından sömürülür. Bu nedenle nesnelliğinden, gerçekliğinden, sınıfsallığından, dönemselliğinden kopartılan ulus devlete karşıtlık söylemi sınıfların varlığını ve sınıflar arası mücadeleyi de yadsır, onun üstünü örter, sınıf çelişkilerini görmezden gelir, uzlaştırır. Ulus devlet reddedilince, o ulus devleti elinde bulunduran sömürü ve zülüm düzeninin varlığını sürdürmek isteyen kapitalistlere karşı mücadele eden ezen ulusun proletaryasını ne yapacaksınız? Ezen ulusun proletaryası ve tüm emekçileri ulus devlet adı altında ezen ulusun burjuvazisiyle, sömürgecileriyle aynı kefeye konmuş olmuyor mu? Bu anlamıyla da “ulus devleti aşma paradigması” sınıflar üstü ve anti-marksist bir söylemdir. Kapitalizme karşı mücadeleyi zayıflatır, ezilen halkların ve onların emekçilerinin birliğinin, birleşik mücadelesinin önünde bir engele dönüşür. Ulus devlet söylemiyle sınıflar eşitlenmiş, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen sınıflar ayrımı ortadan kalkmış olur. Sınıf mücadelesi böylece gereksizleştirilir. Ulus da devlet de sınıflar üstü bir kategoriye çıkartılmış olur. Ezen ulus ile ezilen ulusun sınıfsal karakteri ortadan kaldırılır. Kötülüklerin merkezi ve kaynağı sınıflar değil de uluslar olunca, ulus ve ulusal sınırlar zeminindeki sosyalizm mücadelesi de böylece reddedilmiş olur.
Ezilen ulus içinse, hem ulusal özgürlük hem de sınıfsal kurtuluş mücadelesi kaçınılmaz bir biçimde ortaklaşmıştır. Ezilen ulus olmasına rağmen örneğin Kürt halkı kendi içerisinde ezen bir sınıf çıkarmış, bu sınıf da Kürt halkının en büyük düşmanı, soykırımcısı ve katliamcısı ezen ulus burjuvazisiyle kader birliğine girişmiştir (KDP-Barzani). Emperyalist küreselleşme dönemindeki kapitalizmin geldiği düzey ve sınıf mücadelesinin niteliği (Başûr örneğinde olduğu gibi) ezilen ulusun burjuvazisi ile ezen ulusun burjuvazisini ittifak kurma noktasına getirmiştir. Bu durum programatik düzeyde değişikliklere neden olabilecek özgünlükler ve yeni olgular ortaya çıkarmaktadır. Ulus devlet kapitalizmin bir ürünü olduğu için, toplum kapitalizmin çıkarları doğrultusunda kısa süreçler hariç hemen hemen her dönem burjuvazi tarafından devlet aygıtıyla prokrustes yatağına yatırılmıştır. Daha dün Balkanlar, Kafkaslar, Afrika emperyalist ve ırkçı, faşist ulus devletler tarafından kan gölüne çevrildi. Hala da gerici-faşist kapitalist sistemin ve onun burjuva sınıfının ulus devletleri çıkarları uğruna halkları birbirlerine kırdırmaktadırlar. Hitler Almanyası’nın soykırım yaptığı Yahudiler bugün İsrail siyonist ulus devleti biçiminde Filistinlilere (özellikle Gazze’de) soykırım uyguluyor, Lübnanlıları katlediyor. Tam da kapitalist ulus devlet ideolojisiyle bölge halklarına karşı vahşi, sömürgeci, işgalci bir savaş yürütüyor. Bunu sadece Yahudi ulus devleti olduğu için değil, aynı zamanda emperyalizmin, ABD’nin koç başı olduğu için de yapıyor. Bu anlamıyla ulus devlet sadece ve kendi başına kötülüğün merkezi değildir. Ulus devleti ulus devlet yapan kapitalizmdir. Ulus devleti kapitalizmden ayrı, ondan bağımsız, onun dışında bir olgu olarak kesinlikle ele almamak gerekir. Ulus devleti halk düşmanı yapan, emekçi düşmanı yapan, ırkçı ve şoven yapan, işgalci ve yayılmacı yapan, ulus devlete hakim olan, onun sahibi olan burjuvazidir. Yoksa ulus devleti kapitalizm olgusundan bağımsız ele alıp kötülüklerin merkezi haline getirmek, sınıf mücadelesini karatmak olur. Çünkü kapitalist ulus devlete karşı olmak, aynı zamanda kapitalizme, faşizme, emperyalizme karşı olmak demektir. Kuru kuruya bir ulus devlet karşıtlığı olmaz.
Örneğin yarın bir ulus devletteki işçiler, emekçiler kendi burjuvazilerine ve kapitalist sistemlerine karşı yürüttükleri sınıf savaşını kazandıklarında, orada burjuva iktidarına ve sömürü sistemine son verdiklerinde, sosyalist bir devlet kurduklarında ne olacak? Hala kahrolsun ulus devlet mi diyeceğiz? Yoksa o ulus devleti devlet yapan niteliğe mi bakacağız? Çünkü sınıf mücadelesi, ister istemez, Lenin’in ifadesiyle bir “ulusallık” taşır. Ulus devlet zemininde ve ulusal sınırlar içerisinde var olan proletarya kaçınılmaz bir şekilde sınıf mücadelesine de ulusal sınırlar içerisinde başlar. Koşullara bağlı olarak ulusal sınırlarda ya da bölgesel düzeyde kapitalizme ve onun iktidar aygıtına son vererek iktidarı alabilir. Bundan dolayı o nesnel olarak bir ulusallık taşır, fakat ulusallığı sadece bu kadardır. Kapitalizmin yeryüzüne yayılması, emperyalizm ve emperyalist küreselleşme aşaması burjuvaziyi dünyasal ölçekte birleştirdiği gibi, bu nesnellik proletaryayı da ulusallıktan çıkararak enternasyonalleştirir.
Sınıflar Üstü Bir Paradigma: Demokratik Ulus
Ulus ve onu var eden toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel koşullar göz ardı edilirse soyut, gökyüzünde bir demokratik ulus tasarlayabilirsiniz. Marksizm-leninizmin en büyük üstünlüğü bilimsel olması ve diyalektik materyalist yöntemi uygulamasıdır. Bu da her olguyu onu var eden maddi koşullar içerisinde ele almayı içerir. Yani genel geçer söylemlerden, teorilerden, programlardan, söylevlerden azadedir. Her olgu verili koşullar ve tarihsellik içerisinde ele alınır, incelenir, düne ve bugüne dair bütün bağıntıları ortaya çıkartılır ve gelecek en genel hatlarıyla öngörülür. Hiçbir olguyu emperyalist küreselleşme döneminden bağımsız olarak ele alamayız. İster ulus devlet olsun, ister sınıf mücadelesi, ister sömürü, sömürgecilik, savaş, kapitalizm, ister kadın, kültür, sanat, spor, eğitim, sağlık, doğa, ne olursa olsun, emperyalist küreselleşme döneminden ve onun ortaya çıkardığı olgulardan, yasalardan bağımsız ele alamayız.
Ulus olgusu da yine böyle bir içerik taşır. Ulusun ilk ortaya çıkış koşulları farklıdır, şimdiki özgünlükleri farklıdır. Bu farkı yaratan onu ilk ortaya çıkaran kapitalizmdir, yine onda değişiklere neden olacak olan da kapitalizmdeki değişiklilerdir, onun eşitsiz gelişme yasasıdır. Yani maddi dünyada olan değişikler, içinde bulunulan koşullar, bu koşulluları etkileyen faktörler, bu faktörler arasındaki iç ve dış mücadeleler, bu mücadelelerin ortaya çıkardığı yeni durumlar vardır ve olmaya da devam edecektir. Nesnel durumun incelenmesiyle, yeni soyutlamalar, çözümler, pratikler, değişiklikler, eskide kalanlar, yeni ortaya çıkanlar, çöpe gidenler, keşfedilenler mutlaka olacaktır. Bu anlamıyla ulus olgusu ne ilk ortaya çıktığı gibidir, ne de öyle kalacaktır. O zaman onu ortaya çıkaran düne ve onda farklılıkları ortaya çıkartan bugüne bakmak gerekir.
Dün burjuvazi ve kapitalist sistem feodalizme ve aristokrasiye karşı savaşırken, doğal olarak onun karşısında olan toplumsal tabakaların özgürleşmesine kısmen zemini oluşturuyordu. Bu, burjuvazinin gerçek anlamda demokratik olmasından değildi, sınıfsal çıkarlarının onu buna zorlamasındandı. Feodalizme karşı zafer kazanmak için ezilen bütün toplumsal kesimleri yanına çekmekte buna ihtiyacı vardı. Bu da burjuva demokrasisini getirdi. Lenin’in ifadesiyle, “1914-1918 emperyalist savaşı, burjuva demokrasisinin, isterse en özgür cumhuriyetlerde, burjuva diktatörlüğünden başka bir şey olmadığını, hatta geri kalmış işçilere bile, kesin olarak gösterdi”. Durumun özünü, içeriğini ve niteliğini aydınlatan tam da bu tariftir aslında. Burjuvazi bu anlamıyla tarihin hiçbir döneminde hiçbir zaman bütün toplumsal kesimlerin örgütlülüğü ve özgürlüğü önündeki engelleri tam olarak kaldırmamış ve bundan dolayı da demokratik olmamıştır. Sömürü sisteminin olduğu hiçbir toplumsal düzen gerçek anlamda demokratik olamaz. Olsa olsa burjuva demokrasisi dediğimiz şey olur. Burjuva demokrasisi de nihayetinde burjuvazinin sınıf çıkarlarının iktidar biçimlerinden birisi olduğuna göre, burjuvazinin çıkarları için bir demokrasidir.
Kapitalizm tekelci kapitalizme, emperyalizme evrildi, dünyanın her karış toprağını en küçük bir sınır tanımadan, en vahşi biçimde sömürme, yağmalama ve sömürgeleştirme dönemine girdi. Bu evre ona, insanlık tarihinin en kanlı, katliamcı, vahşi, acımasız iki emperyalist paylaşım savaşını çıkarttırdı. Birincisinde yaklaşık 20 milyon, ikincisinde 50 milyondan fazla insan öldü. Peki kapitalizm bu vahşiliğinden, barbarlığından, dünyayı yağmalamaktan, sömürgeleştirmekten vaz mı geçti? Tabii ki hayır! Üstelik bugün her ikisini aşabilecek bir emperyalist paylaşım savaşına hazırlanmakta.
Sosyalist devletlerin ve halk cumhuriyetlerinin çözülmesiyle birlikte dünyanın her karşı toprağı farklı nitelikte (ABD, Çin, Rus, İngiliz, Alman, Fransız, Japon) ve rakip emperyalist tekellerin sömürgesi haline getirildi. Sömürgeleştirilen ve sömürülen ülkelerin burjuvazisi emperyalist kapitalist sitemin parçası, uzantısı, taşeronu oldu. İrili ufaklı devletler, dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, eğer kendisini kapitalizm karşıtı (kısmen Küba) konumlandırmıyorsa, emperyalist tekeller sisteminin parçası olmak zorunda bırakıldı. Bu anlamıyla ulusal burjuvazi, ulusu ulus yapan sınıf değildir artık. O, ulusal devlet ve ulusal sınırları korumakla birlikte, uluslararası sermayenin parçası olmuş, ulusal devleti de bu sermayenin hizmetine sokmuş işbirlikçi burjuvazidir. İlki serbest rekabetçi kapitalist sistemin ulusal burjuvazisiydi, bundan dolayı kısmen burjuva demokratik karakter taşıyordu ve rol oynuyordu; oysa şimdi dünyanın her bir yanına el koyan merkezileşmiş, yoğunlaşmış, emperyalist kapitalist sistemin tekellerinin azami kara, sömürüye, zora ve rekabete dayalı sistemi geçerlilik kazanmış ve bunun tam egemenliğinin sağlanmış olduğu bir dönem ve bu dönemin karakterini taşıyan bir burjuvazi var karşımızda. Bu ikisi bir ve aynı şey değildir ve olamaz. Doğal olarak, bunların ortaya çıkardığı toplumsal ilişki biçimleri, sınıflar, üretim ve bölüşüm ilişkilerinin biçimleri de bir ve aynı şey değildir. Bu anlamıyla, bugünkü ulus devletler de dünkü ulus devletler değildir.
Bu ulus devletler de emperyalist kapitalist sistemin ve onların tekellerinin parçası olmuş durumdadırlar. Yani emperyalist kapitalist sistemin karakterini, yapısını, davranışını, işleyişini, ideolojisini, kültürünü benimsemişlerdir. Her şeyleriyle emperyalist kapitalist sisteme ait olmuşlardır. Sermaye nasıl ki nitelik değiştirdi, emperyalizm çağında ve emperyalist küreselleşme evresinde onu var eden yapılar da nitelik değiştirdi, tıpkı devlet ya da ulus devlet gibi. Ulusal sınırlar içerisinde kendisini var eden burjuvaziden uluslararası düzeyde kendisini var eden “sınırlara” geçti. Sermayenin ulusal sınırlara geri dönme, kapanma, uluslararasılıktan vazgeçme şansı yoksa, ulus devletin de ilk ortaya çıktığı gibi kalma şansı yoktur. Her ne kadar bugün emperyalizmin küreselleşme evresi yaşansa da, sermayenin ulusa ve ulus devlet sınırlarına ihtiyacı vardır; bu evre tamamlanmadığı için ulus devletler de varlığını koruyacaktır, ama uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına ve çıkarlarına göre davrandığı oranda. Ulus devlet kapitalizmin parçası olmaktan çıktığı oranda, yani sosyalist karakter kazandığı oranda, tam olarak nitelik değiştirecek ve gerçek anlamda ulusal devlet olgusu geride kalmaya başlayacaktır. Ulus ve ulusal devletin aşılması sosyalist devletler federasyonun dünyasal ölçekte gerçekleşmesiyle olanaklı olacaktır.
Günümüzde kapitalist ulus devletlerin burjuva anlamda da olsa demokratik karakteri en geri sınırlarına kadar çekilmiştir. Tarihsel ve nesnel bakımdan burjuva demokrasisinin sonu gelmiştir. Emperyalist kapitalist sistemin tek demokrasi anlayışı kalmıştır, kendine demokrasi, ezilenlere ve işçi sınıfına savaş. Ulus devleti kapitalizmden soyutlayarak, sınıfsal karakterini yok sayarak ele almak bilimsel olmadığı gibi, hem sınıflar üstüdür, hem de anti-marksisttir. Sınıfsal karakteri olmayan bir devlet daha gökyüzünden yeryüzüne inmedi. Devlet sınıfsal karakterini kaybettiği zaman zaten devlete de gerek kalmayacaktır. Ulus devletleri sınıfsız devlete en fazla yakınlaştıran ise sosyalizm ve sosyalist devlet teorisi ve pratiğidir. Ki sosyalist devlette de sınıflar bir bütün olarak ortadan kalkmaz. Bu da ancak komünizm evresinde gerçekleşecek bir şeydir. Sosyalizmde de egemen olan ve iktidarı elinde bulunduran sınıf olarak proletarya vardır. Proletaryanın öncülüğünde ve egemenliğinde küçük toprak sahibi köylülük, küçük burjuvazi vardır. Yani sınıflar nitelik olarak değişmiş olsa da varlığını korumaktadır.
Burjuva diktatörlüğünün egemenliğine son verilen proletarya diktatörlüğü deneyimlerinde ulus en demokratik karakterini kazanmıştır. Yani ulusların demokratikleşmesinden ve demokratik ulus olmasından ancak ve ancak onu demokratik yapacak olan maddi koşullar oluştuğunda söz edilebilir. Bu koşullar olgunlaşmadığında, oluşmadığında, üstelik burjuva egemenliğinde, sermaye iktidarında alabildiğine ırkçı, faşist, sömürücü, sömürgeci, kadın düşmanı, doğa düşmanı, insanlık düşmanı hale gelmiş bir kapitalist sistemin ve onun ulus devletinin demokratik olmasını, olabileceğini beklemek, buna inanmak ham hayalden başka bir şey değildir. Anti-sınıfsaldır, anti-marksistir, anti-diyalektiktir, kısacası reformisttir, içeriği itibarıyla da sınıf işbirlikçidir. Zira sömürülen ulusların, ezilen halkların özgülük arayışını burjuvazinin kollarına atmaktır.
Kürtler için demokratik ulus arayışı bugünkü koşullarda, örneğin sömürgeci faşist Türk burjuva ulus devletinin yıkılmasından, parçalanmasından ve orada ezilenlerin devrimci iktidarından geçer. Yine Suriye’de, İran’da, Irak’ta da aynı şey geçerlidir. Bu devletlerde iktidar emekçiler ve ezilenler tarafından ele geçirilmeden, orada hangi biçimde olursa olsun bir demokrasi inşa edilemez. Günümüzde burjuvazinin ve kapitalist sistemin iktidarlarına ve egemenliğine son verilmeden demokratik ulus inşa emek mümkün değildir. Üstelik Kürdistan bir bütün olarak, dört parçada özgürlüğünü kazansa bile, kapitalizm var olduğu sürece Kürdistan’da demokratik ulus inşa edilemez. Demokratik ulus ancak ve ancak burjuvazinin iktidarına, özel mülkiyete ve onun devlet aygıtına son verildiği koşullarda gelişebilir. Günümüzde sınıfsallığından kopartılarak herhangi bir konu ele alınamaz. Bu reformizm demektir. Kapitalizm koşullarında sorunların çözülebileceği, kapitalizmin iyileştirilebileceği demektir. Ezilen bütün kesimler kapitalizmin ve onun emperyalist küreselleşme döneminin ortaya çıkardığı sınıfsal çelişkilerin uzlaşmaz niteliğini ve niceliğini göz ardı ederlerse, kapitalizme karşı bütün mücadeleler, ne kadar iyi niyetle yapılırsa yapılsın, yenilgiye mahkumdur. Kapitalizmi hedeflemeyen hiçbir mücadele nihai başarı elde edemez. Ezilenlerin kapitalizme karşı birbirinden kopuk mücadelelerinin (feminizm, ekolojizm vd.) nihai başarısı, kendi kulvarlarında sınıf mücadelesi ve iktidar perspektifinden yoksun kaldıkça, birleşik antifaşist, antikapitalist, antisömürgeci, cins özgürlükçü bir program ve örgüt olmadıkça mümkün değildir.
Rojava devriminde halkların birbirlerini boğazlaması kısmi ve dönemsel olarak sonlanmıştır. Oysa kapitalizm ve kapitalist yasalar devam etmektedir. Kapitalizm demek sınıflar demektir. Tekelci karakter kazanmamış olsa bile kapitalizmin yasaları işlemektedir. İşleyen kapitalizmin sermaye çıkarları gereği sınıfları ve halkları karşı karşıya getirmesi kaçınılmazdır. Bundan dolayı demokratik ulus paradigması geçici bir çözümdür. Boğulmakta olanı kurtaran cankurtaran gibidir. Sadece bu anlamıyla olumludur, yine de sınırlıdır, gelip geçicidir. Kalıcı bir rolü yoktur. Çünkü kalıcılığı sınıfların ortadan kaldırılması, kapitalizme ve özel mülkiyete son verilmesi ile mümkündür. Sınıf mücadelesini esas almayan, sınıfların ortaya çıkardığı sorunları da çözemez.
Bugün Rojava’da halklar göreli olarak bir güven kazanmış olsa da, hem Kürt halkı içerisinde hem de Arap halkı içerisinde sınıfsal farklılık keskinleşmektedir. Sınıfsal farklılaşma demek sınıf mücadelesi demektir, onun maddi zemininin oluşması demektir. Sınıf mücadelesi demek özel mülkiyeti elinde bulunduran burjuvazinin çıkarları için ulus olgusunu kullanarak ulusları, halkları karşı karşıya getirmesi demektir. Doğal olarak, bir coğrafyada ister ulus devlet şeklinde örgütlensin ya da Rojava’daki gibi isterse özerklik, çok uluslu ve ulusal eşitlikçi şekilde örgütlensin, sosyalizm perspektifli ve sınıfları ortadan kaldırma hedefli mücadeleye girişmediğiniz ve nihai hedefinize sınıfların bir bütün olarak ortadan kaldırılmasını koymadığınız sürece, o toprak parçasını tam olarak demokratikleştiremezsiniz. İster tek ulusa dayansın ister çok ulusa, demokratik ulus projesinin nihai başarısı mümkün değildir. Çelişkilerin, hem de uzlaşmaz çelişkilerin ezilen sınıflar yararına çözülmediği, bunun programının olmadığı bir coğrafyada demokratik ulus da kulağa hoş gelen bir slogandan öteye gidemez. Rojava’daki gibi ancak ve ancak geçici bir süreliğine işe yarayabilir. Gerçek çözüm sınıf mücadelesi ve buna dayalı sınıfların ortadan kaldırılması ile mümkündür, bu da sosyalizm perspektifli, marksist-leninist ideolojiye dayalı bir mücadele gerektirir. Sosyalizmde de ulusların ve ulusal toplulukların ve bunların birbirleriyle ilişkilerinin demokratik olması ancak ve ancak onları demokratik yapabilecek sınıfsal ayrıcalıklara son vermekle mümkün olabilir. Ezen-ezilen ilişki biçimi ortadan kalkmaya başladıkça, uluslar da, diğer toplumsal gruplar da birbirleriyle ilişkilerinde demokratik olacaklardır. Ezen-ezilen ilişkisi ulusal temelde geçici olarak kalksa bile toplumsal düzeyde devam ettiği müddetçe, ne uluslar demokratik olur, ne de toplumlar. Sınıfsallığın korunduğu kapitalist sistem ve dünyada hem sınıf çelişkisi ve çatışması, hem de ulus ve ulusal topluluklar arasındaki çelişki ve çatışma yeni biçimde yeniden çıkmaktadır. İşte Balkanlar, Kafkaslar, Ortaasya, Ortadoğu, Avrupa, Afrika, kısaca dünyanın her tarafında farklı biçimde devam etmektedir. Yine dünyanın her tarafında, emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere, ırkçı, şoven, neofaşist hareketlerin çıkması tesadüf müdür? Üstelik bu coğrafyalarda ulusallıktan kaynaklı bütün sorunların büyük oranda burjuva demokrasisi sınırları içerisinde çözüldüğü düşünülüyordu. Reformizm işte tam da burada başlıyor. Sınıf mücadelesini esas almayan hiçbir ideoloji toplumsal sorunları çözemez. Soluklanabilir ama çözemez. Geçici barışlar, ateşkesler yapılabilir, ama çözemez. Kapitalizm çelişki üretir, düşmanlık üretir, eşitsizlik üretir, yolsuzluk üretir, yozlaşma üretir, savaş üretir, bütün kötülükleri üretir. Bundan dolayı kapitalizme son verilmelidir. Burjuva demokrasilerinin dönemi de geçmiştir. Keskinleşen çelişkiler kapitalistlerle ezilen bütün toplumsal kesilmeleri de her zamankinden daha fazla karşı karşıya getirmektedir. Eğer kapitalizme karşı, emperyalizme, faşizme, erkek egemenliğine karşı sosyalizm temelli bir sınıf mücadelesi verilmezse, bu çelişiklerin kaçınılmaz sonucu emperyalist ve kapitalist devletler halkları birbirine boğazlatması olacaktır.
Günümüzün en moda politik yönelimlerinden birisi de her şeyi sınıfsallığından kopartarak ele alma eğilimidir. Bu eğilim anti-marksist olduğu gibi tasfiyeciliğe ve reformizme hizmet eder. Sömürgecilerin politikalarını sınırlı bir biçimde geriletebilecek söylemin ötesinde pratik bir değer ortaya çıkarmasının koşulu yoktur demokratik ulus paradigmasının. Örneğin Bakur’u ele alalım. Sömürgeci soykırımcı faşist Türk devleti varlığını koruduğu sürece, Kürt halkının ne kendi kaderini tayin ne de özerklik istemi karşılık bulacaktır. Ancak çok istisna olarak ve bölgesel düzeyde ortaya çıkabilecek özgün durumlar bunu mümkün kılabilir ve Kürt halkı Türkiye’den koparak özgürlüğünü elde edebilir. Ama Bakur Kürdistan Türkiye’deki faşist diktatörlük yıkılmadan onunla demokratik temelde bir ilişki geliştiremez. Diyelim ki Suriye sömürgeciliği yerli yerinde durduğu ve oradaki rejimin sömürgeci niteliği devam ettiği sürece nasıl bir demokratik ilişki kurulacak? Başûr örneği yeterince aydınlatıcı değil mi? Üstelik Başûr emperyalist ABD’nin onayıyla özerkliğini elde etmiş bir yapı. Buna rağmen Irak sömürgeciliği referandumu bahane ederek Başûrê Kurdistan’ın yarısını işgal etti.
Ulusal sorunun sınıfsal karakterini dışta bırakan biçimlerde demokrasi, demokratik ulus vb. arayışların bir karşılığı ve geleceği yoktur. Kürdistan ister her parçası ayrı ayrı ister bir bütün olarak özgülüğünü elde etse bile burjuva sınıfın varlığına son verilmezse, özgürlüğünü ve bağımsızlığını elde eden Kürt halkı kendi içinde bile demokratik ulusu inşa edemez. Sosyalizm perspektifli ulusal kurtuluş mücadelelerinin istisnasız tümünde, ulusal kurtuluştan sonra sınıf çelişkileri devam ettiği için sınıf mücadelesi kaçınılmaz olmuş ve sınıf savaşımı başlamıştır. Bu anlamıyla bir ulusu demokratik yapmak, eğer orada burjuvazi ve proletarya varsa, sınıfları kaynaştırmak demektir. Demokratik devrimler olabilir, bu halklar arasındaki boğazlaşmayı durdurabilir. Ama bu devrimler bile ulusları demokratik yapmaya yetmez. Devrimler ancak burjuvazinin iktidarını ve kapitalist sistemi hedeflediklerinde ve bunlara son verdiklerinde, yeni bir toplum, işçiden, emekçiden, kadından, doğadan ve bütün ezilenden yana sınıfsal karakterli, devrimci, sosyalist bir toplum ve sistem kurduklarında, ulus ancak bu koşullarda demokratikleşebilir. Kuşkusuz ulusal mücadeleler günümüze değin birçok yönden özgünlükler taşıdılar. Her dönemin tarihsel koşulları içerisinde ilerici veya gerici roller oynayarak tarih sahnesinde yer aldılar. Marks ve Engels kendi tarihsel koşulları içerisinde bazı ulusal mücadeleleri desteklediler, bazılarını desteklemediler. Örneğin Polonya, İrlanda ulusal mücadelelerini demokratik karakterde oldukları için desteklediler, ama Çek ulusal mücadelesini Rus çarlığının Avrupa’daki koçbaşı olduğu ve gericiliği temsil ettiği için desteklemediler. Yani her tarihsel dönemde ulusal mücadelenin niteliğine bakıldı, sınıf mücadelesi ve özgürlük perspektifinden ele alındı. Lenin ulusal sorunun marksist analizini daha da zenginleştirdi, genel geçer teorik soyutlamalardan çıkardı. Bütün ulusal sorunlara kendi somutlukları ve tarihsel koşulları içerisinde yaklaştı. Rusya’da ortaya çıkan ulusal sorunu ve bu temelde Bolşeviklerin ulusal soruna yaklaşımını, çözüm yöntem ve önerilerini Rusya ve onun sömürgeci koşullarına göre ele aldı, çözümleri de bu temelde geliştirdi. Rosa Luxemburg’un ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesine karşı çıkan yaklaşımıyla, hem Rusya’nın özgünlüğünü hem de ulusal mücadele ile sınıfsal mücadele ilişkisinin özünü kavramadığı için mücadeleye tutuştu. Yine aynı dönemde ulusal kültürel özerklik programına bürünen sosyal şoven, reformist ve anti-marksist akımlara karşı kararlılıkla mücadele etti. İnceleyebildiği oranda dünyadaki diğer ulusal sorunları ve onların ortaya çıkış koşullarını da kendi özgünlükleri içerisinde değerlendirdi, çeşitli soyutlamalar yaptı ve sonuçlar çıkardı. Ama Rusya’daki ulusal sorunu hiçbir zaman yanı başındaki örneklerle, Avrupa ve Asya’daki diğer ulusal sorunlarla aynılaştırmadı. Marksizmin başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz ilkesine bağlı kalarak, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından ve yine ezilen ulusların gönüllü birliğinden yana olan konumuna sıkı sıkıya bağlı kaldı. Bolşevik Parti bu ilkeler sayesinde Rusya’nın sömürgeleştirdiği halkların güvenini kazandı. Bu güven kapitalizme karşı halklarda yankısını bulan sınıf mücadelesinin de enternasyonal birleştirici temel mayalarında birisi oldu.
Günümüzde Kapitalizm Ve Ulus
Kapitalizm döneminde iyice siyasallaşan ekonomik ilişki biçimi onun kaçınılmaz bir biçimde üstyapısını da belirledi. Üstyapı (devlet, hukuk, yargı, eğitim, ordu, din vb.) ekonomik altyapıda egemenliği elinde bulunduran sınıfların ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda burjuvazinin hizmetine girdi. Daha doğrusu, zaten egemenlerin elinde olan üstyapı, kapitalizmle birlikte ulus çapında ve ulusal devlet adı altında örgütlendi ve merkezileşti. Kapitalizm koşullarındaki devlet, imparatorluk ve feodal devlet tiplerinden ayrılarak, ulusallık temelinde kapitalizme özgü yeni tipte bir devlet olarak ortaya çıktı. Egemen sınıf olan burjuvazi, devleti dünden farklı olarak kendi sınıf çıkarları doğrultusunda baştan aşağı değiştirdi. Üstyapıya ulusal formda egemen olan burjuvazi altyapının gelişiminin önündeki bütün engelleri kaldırdı. Altyapının gelişimi de üstyapıyı iyice merkezileştirdi, büyüttü, güçlendirdi ve dünyanın her karış toprağını sömürme aygıtına dönüştürdü. Böylece üstyapı ve altyapının sınıfsal bağımlılığı ve birliği kapitalist devlet yapısının temel bir karakteristiği haline geldi. Emperyalizm çağında ve emperyalist küreselleşme döneminde devletin bu yapısı toplumları ve sınıfları tekelci sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kalın çizgilerle ayırdı ve uzlaşmaz bir biçimde karşı karşıya getirdi. Günümüzde toplumsal ve sınıfsal ilişki biçimlerine temel karakterini veren işte tekelci sermayenin bu gücüdür. Dünyanın neresinde olursa olsun, kapitalist dünyaya ait olarak konumlanan bütün kuvvetler bu ilişki ağının parçası olmak zorundadır. Dünyanın her yanını sınırsızca sömürgeleştiren tekelci sermaye ve onun sömürü düzeni, paylaşım alanlarının sınırlılığı ve rekabetin zorunluluğundan kaynaklı çelişkilerini bütün zor aygıtlarını kullanarak çözmeye çalışmaktadır. Bu da savaş ve barbarlık demektir. Yani emperyalist küreselleşme döneminde tekelci sermayenin, hangi düzeyde ve biçimde olursa olsun onun parçası olan bir yapının gerçekten demokratik karakterde kalma şansı yoktur. Ya bu vahşi sömürünün ve yağmanın içinde olacaksınız ya da dışında kalarak buna karşı mücadele edeceksiniz. Kapitalist ilişki içerisinde kalan bütün unsurlar kapitalizmin bu yasasına uymak zorundadır. İster ulus devlet temelinde olsun, isterse de başka biçimde, günümüzdeki kapitalist çarkın bir parçasıysanız, burjuva karakterdeki bu çarkın sınıfsal bir uzantısısınız demektir. Bu da şu anlama gelir ki, eğer ulusal kurtuluş mücadelesine burjuvazi önderlik ediyorsa, onun tekelci sermayeyle olan birleşikliğinden kaynaklı olarak, ilerici yanı yok denecek kadar az olur. Eğer sınıfları ortadan kaldırmayı hedefleyen sosyalizm eksenli bir mücadele değilse, ulusal sorunun eşitlikçi ve kalıcı bir temelde çözümü zordur. Ulusal mücadeleler bakımından kısmen yeni olan bu durum ulusal mücadelelerin sınıf mücadelesiyle çok daha fazla birleşik hareket etmesini ve önderliğinin de devrimci-sosyalist karakterde olmasını koşullar.
Kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkan ulus devlet diğer ulusları, ulusal toplulukları, ezilen bütün toplumsal kesimleri ve doğayı kapitalist sistemin sömürü nesneleri haline getirdi. Egemen güç haline gelmiş ve ulus devlet şeklinde örgütlenmiş burjuvazi, üretim ilişkileri ve üretici güçler bakımından daha az gelişmiş olan toplulukları, halkları, ulusları ve devletleri sömürme ve sömürgeleştirme girdabına soktu. Nispeten daha geri olan topluluklar, uluslar ve halklar, ulusal özgürlüklerini ve haklarını daha elde edemeden, kapitalist açıdan daha gelişmiş ulusların ve devletlerin sömürgeleri haline geldiler. Ulusal sorun ve ulusal kurtuluş mücadeleleri de böylece gündeme gelmiş oldu.
Kapitalizmin henüz egemen olmaya başladığı bu dönemde burjuvazinin önderliğinde ulus devlet inşası gerçekleştiği için, ezilen sınıfların feodalizme göre özneleşmesi ve özgürleşmesi sınıflar arası mücadeleyi ortadan kaldırmadı, tam tersine çok daha keskinleştirdi, yoğunlaştırdı ve şiddetlendirdi. Kapitalizm ulus devleti ortaya çıkardığı için, hiçbir döneminde ve hiçbir koşulda özel mülkiyete dayalı sömürü sisteminden azade olmadı. Ulus sınırları içerisinde başlayan sömürü sistemi dünyaya yayıldı ve bugünkü emperyalist küreselleşme evresine kadar geldi. Kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkan ulus ve ulus devlet, bizzat bağrında taşıdığı sınıf çelişkilerini daha da derinleştirerek uzlaşmaz bir noktaya ulaştırdı. Bu anlamıyla, ezen ulus olgusu söz konusu olduğunda, ezen ulusun proletaryasının ve ezilen ulusun kaderleri nesnel olarak her zamankinden daha fazla ortaklaştı. Kaçınılmaz bir biçimde, proletarya, içinden çıktığı sınıflı toplumun yasaları gereği ulus bütünlüğünden ayrıştı. Ve böylece enternasyonalizm ve “proletaryanın vatanı yoktur” evresine geçti. Bu gerçeklik işçilerin bilincinde bir kuvvete dönüşmemiş olsa bile nesnel bir zemin kazandı.
Ezen ulusun burjuvazisi, hem ezen ulus hem de ezen sınıf olarak, işçi ve emekçilerin bilincinde tıpkı din olgusuyla yaptığı gibi kendi çıkarları ve iktidarı için ulusal formda bütünleşmiş bir üst kimlik oluşturduğu ve bunu koruduğu sürece burjuva egemenliği devam edecektir. Ne zaman ki ezilen sınıf kendi sınıf bilincine varır ve her türlü ulusal bütünlük bilincinden kurtulur, o zaman burjuvazinin egemenliği yıkılır ve sosyalist bir düzen kurulur. Ulusal ayrışma olgusundan kurtulmak ancak tam hak eşitliğinin kurulduğu koşullarda gerçekleşir. Bu olgunun tüm izlerinin ortadan kalktığı dönem ise komünizm dönemidir. İnsanın insana yabancılaşmasının tüm öğelerinden özgürleşmek ancak komünizmde mümkün olacaktır. Yani burjuva egemenliği ulus olgusu ortadan kalkmadan yıkılmaya başlar, ama onun bütün kalıntılarının ortadan kalkması tüm sınıfların ve sınıfsal ayrıcalıkların ortadan kalkmasını gerektirir.