Üniversiteli gençlik hareketinin defaatle çağrı yaptığı, CHP yönetimininse tüketim boykotuyla ikame ettiği genel grev doğrultusunda gerçek bir mesafe almak birleşik bir politik merkezle mümkündür. Genel boykotun üniversitelerde sürdürülmesine ve liselere yayılmasına öncülük etme, kepenk ve kontak kapatma eylemlerini gündemleştirme, işçileri ve kamu emekçilerini greve yöneltme, kitlelerin anayolları kesmesinin hazırlığını yapma görevleri, hasılı ezilenlerin birleşik direnişini örgütleme sorumluluğu birleşik politik merkezin omuzlarında olacaktır.
Faşist şeflik rejimine tepkinin, emekçilerin ve ezilenlerin adalete ve özgürlüğe susamışlığının eseri olan Mart ayaklanmasının başlangıcının üzerinden bir aya yakın zaman geçti.
Milyonların başta İstanbul Saraçhane olmak üzere her akşam kent meydanlarına akın etmesine, polis barikatlarını yıkan üniversiteli gençliğin genel boykota girişmesine, kitlesel gösterilerin emekçi mahallelerine taşmasına, hareketin polis saldırganlığına ve tutuklama terörüne boyun eğmemesine, Erdoğan diktatörlüğünden kurtulma arzusunun olağanüstü genişliğinin önseçim sandıklarında İmamoğlu'na atılan 15 milyon oyda dışa vurmasına, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz” şiarının dalga dalga yayılmasına sahne olan ayaklanmanın toplumsal ve siyasal dinamikleri halen yerli yerinde.
Faşist şeflik rejiminin, 19 Mart öncesinde Gezi-Haziran ayaklanmasıyla ilişkilendirdiği birçok insanı gözaltına alıp hapse tıkması, demokrat gazetecilere ve antifaşist aydınlara saldırması, muhalif baro ve meslek odalarını hedefe oturtması, Gezi hareketi karşıtı faşist yalan ve demagoji çarkının dönüşünü hızlandırması nasıl Mart isyanının patlak verişini önleyemediyse, 19 Mart sonrasında belirli kentlerde eylem yasakları ilan etmesi, eylemcileri topluca tutuklamaya yönelmesi, basına sansürü ve sosyal medyaya erişim engelini sıkılaştırması, faşist yalan ve demagoji bombardımanını yoğunlaştırması da Mart isyanını bastırmaya yetmedi.
Ayaklanmanın sönüp gitmesini sağlamak amacıyla uzatılan bayram tatilinin ardından emekçi ve ezilen milyonların bağrındaki mücadele ateşinin halen canlı olduğunu, halk gösterilerinin ve üniversite boykotlarının devam ettiğini, ayaklanmacı ruh halinin sürdüğünü görmek için öyle çok beklemek gerekmedi.
Mart ayaklanması hiç kuşkusuz 12 yıl önceki Haziran ayaklanmasından ilham alıyor. Bu ilhamı eylem şiarlarında ve görsellerinde açıkça yansıtıyor da. Ayaklanma faşist şef Erdoğan’a yeni bir “Gezi kabusu” yaşatıyor. Bununla beraber, Mart ayaklanması tabii ki Haziran ayaklanmasından farklı koşullarda ve farklı biçimlerde gerçekleşen bir “olay”.
Adalet ve Özgürlük İçin Ayağa Kalkan Milyonlar
“Olay”ın yüzeydeki nedeni Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve akabinde ekibiyle beraber gözaltına alınması oldu. Bu aslında bardağı taşıran son damlaydı. Emekçilerin ve ezilenlerin faşist şeflik rejiminin keyfilik ve küstahlığına, adaletsizlik, zalimlik ve zorbalığına karşı birikmiş muazzam tepkisi ve öfkesi 19 Mart günü patladı.
Faşist şef Erdoğan’ın İmamoğlu’na dönük pervasız saldırısı, milyonlarca emekçi ve ezilen için, söz, basın, toplantı, örgütlenme ve gösteri haklarının açıkça gasp edilmesine, genel ve yerel seçimlerde iktidara karşı kullanılan oyların zindan ve kayyum yoluyla hiçleştirilmesine, sosyal medya paylaşımlarının dahi tutuklamayla yanıtlanmasına artık tahammülün kalmadığı nokta, faşist devlet terörünün korkutucu ve yıldırıcı ağını yırtmaya götüren tetikleyiciydi.
İşçi sınıfını ve tüm emekçileri birkaç yıldır kıskacına almış olan yoksullaşma krizi, güçlü bir toplumsal-siyasal dip akıntısı olarak, halk ayaklanmasının çok önemli bir etkeni. Zira işçi ücretlerinin ve sosyal haklarının gittikçe budandığı, emeklilerin açlık sınırının altındaki maaşlara mahkum edildiği, dizginlenemeyen enflasyonun emekçilerin gelirlerini günden güne kemirdiği, hayat pahalılığının yoksulları korkunç bir çaresizliğe ittiği koşullarda onurlu ve insanca bir yaşam özlemiyle dolu on milyonların karşısında olanca saldırganlığıyla faşist şeflik rejimi duruyor. Bununla birlikte Mart ayaklanması, yoksullaşmaya itiraz eden bir hareket olarak değil, adalet ve özgürlük isteğinin damgasını vurduğu bir hareket olarak başlayıp gelişti. Ekonomik muhtevalı bir mücadele hattında değil, doğrudan politik karakterli bir mücadele hattında çığ gibi büyüdü.
Faşist yasaların ve yasakların kuşatmasında gelecek ümitleri gün geçtikçe karartılan öğrenciler, ataerkil tahakkümün en zorba biçimlerinin cenderesindeki kadınlar, inanç özgürlükleri zincire vurulmuş Aleviler, toplumsal ve siyasal hayatın dinselleştirilmesiyle soluksuz bırakılan laikler, saray medyasının ve adliyesinin hedef tahtasındaki demokrat aydınlar, sanatçılar ve gazeteciler, demokratik hak ve özgürlüklerden yoksunluğun acısını çeken emekçiler, adalet istek ve beklentilerinin her gün canına okunduğu ezilenler, 19 Mart’ı, Erdoğan’ın başkanlığını sürdürmek amacıyla rakibini yok etmek için yaptığı nihai hamle olarak gördüler, bu gayrimeşru hamleyi durdurma, adalet ve özgürlük düşmanı saray iktidarından kurtulma duygu ve düşüncesiyle harekete geçtiler.
Buzkıran Üniversiteli Gençlik
“Mart olayı”nın ileri itici kuvveti yükseköğrenim gençliği oldu. Üniversiteli gençliğin 19 Mart’ta Beyazıt’ta polis barikatlarını yıkması ve on binler halinde Saraçhane’ye yürümesi, Ankara, İzmir ve başka bir dizi kentte de hızla kampüslerden meydanlara inmesi İstanbul merkezli kitlesel demokratik bir halk protestosunun Türkiye çapında bir halk ayaklanmasına sıçramasının katalizörüydü.
Ne CHP yönetiminin elinde ne de İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını takiben Saraçhane’de toplananların zihninde bir hareket planı vardı. Polis saldırısını püskürterek meydana gelen büyük öğrenci kitlesi, önce meydanda bekleyenlere, sonra da milyonlarca ezilene ayağa kalkma ve direnişe geçme cüret ve kararlılığını aşıladı. Toplumsal-siyasal psikolojinin değişmesi, korku çitlerinin her yerde kırılıp geçilmesi, devasa halk kitlelerinin sokağa dökülmesi için buzkıran olma rolü böylece üniversiteli gençliğin hanesine yazıldı.
En büyük üç kentteki üniversiteler, özellikle İstanbul Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, İTÜ, YTÜ, ODTÜ, Ankara Üniversitesi, Ege Üniversitesi, 9 Eylül Üniversitesi gibi ciddi devrimci-demokratik gençlik mücadelesi deneyimlerine sahip alanlar yürüyüş, boykot ve gösterilerde başı çekti. Fakat öğrenci gençlik eylemleri bir yandan Bilkent, Koç ve Sabancı gibi özel üniversitelere, öte yandan küçük kentlerdeki kampüslere dek yayılıp genelleşti.
Adalet ve özgürlük ayaklanması günleri, işçi sınıfı ve ezilenlerin sorunlarına ve taleplerine sahip çıkma ataklığının, özgürlük bayrağını en önde taşıma ruh halinin, on yılı bulan faşist abluka ve arındırma politikasına rağmen üniversitelerden sökülüp atılamadığını ispatladı. Üniversiteli gençlerin süreğen polis terörüne maruz kalması ve art arda tutuklanması da YÖK’ün eylemci öğrenciler hakkında üniversite yönetimlerine “derhal adli ve idari işlem başlatın” talimatı göndermesi de neredeyse her kampüsün bir hapishaneye dönüştürülmesi de iyice fütursuzlaşan faşist psikolojik savaş da yükseköğrenim gençliğinin bu kitlesel ve militan hareketini durduramadı.
12 Eylül ‘80 darbesinden sonraki en büyük öğrenci hareketi, üstelik dosdoğru politik rejimin biçimini konu edinerek, halk ayaklanmasının öncü ve özgün bir toplumsal-siyasal vektörü olarak bugün mücadele sahnesine çıkmış durumda.
Yükseköğrenim trampleniyle sınıf atlama imkanlarından çoktan mahrum kalan, ebeveynlerinden daha iyi yaşama beklentisi yitip giden, büyük çoğunluğu eğitim sonrası ucuz işgücü sömürüsü ya da diplomalı işsizlik ikilemiyle yüz yüze olan, dindar ve itaatkar nesiller yetiştirme projesiyle, politik islamcı zorbalık ve faşist yasakçılıkla günden güne boğazı daha fazla sıkılan, özgürlük yoksunluğunun acısını derinden yaşayan üniversiteli gençlik bu geleceksizleştirilme ve nesneleştirilme döngüsüne baş kaldırıyor. Yapısal olarak yarı-aydın özelliğiyle ve kategorik olarak aydınlar tabakasının politik duyarlılığı en yüksek bölüğünü oluşturmasıyla öğrenci gençlik şimdi sıçramalı bir politik özneleşme süreci yaşıyor. “Mart olayı” burjuva düzen partisi CHP’nin kontrolünün çok ötesine geçtiyse, hatta halkın coşkun seli CHP’yi de önüne katıp bir yere kadar sürüklediyse, bunda öğrenci gençliğin kendi özgünlüğünde yaşadığı politik özneleşme atılımının tayin edici bir rolü var.
Bu atılımın içinde yeni arayışların ve tartışmaların gelişmesi, siyaseten daha ileriye gitme eğilimlerinin güçlenmesi çok muhtemel. Dolayısıyla, devrimci hareketin öğrenci gençlikteki politik özneleşme atılımıyla buluşmayı sorunlaştırması, hem ideolojik ve teorik üretimiyle hem politik mücadele tarzıyla hem de ilişkilenme ve örgütlenme biçimiyle bunu yanıtlayıp kucaklaması son derece elzem.
Kitle Bilincinin Dönüşümü
“Olay”ın kapsamının genişliği ayaklanmaya girişen halk kitlelerinin bilinç biçimlerindeki dönüşümde de kendini gösteriyor.
Kendiliğinden kitle bilincindeki dönüşümün ilk dışavurumu, korkunun düşünceyi gemleyici etkisinin kırılması oldu. 2015 faşist saray darbesinden itibaren tırmanarak süregelen faşist devlet terörünün, işten ve okuldan atma, gözaltı ve hapishane sopasının emekçilerin ve ezilenlerin geniş kesimlerini harekete geçmekten, sokak eylemine katılmaktan alıkoyan korkutucu ve sindirici etkisi birdenbire kırılıverdi. Faşist şeflik rejiminden kurtulma isteği ve bilinci korku kaynaklı çaresizlik zincirinden toplum çapında özgürleşti. Son yıllarda mesela Boğaziçi direnişi sırasında “cesaretin bulaşıcılığı”ndan bahsedilmesiyle dikkat çekilen fakat o günlerde kısmi düzeyde karşılık bulan, şimdiyse “korku duvarının aşılması” olarak tarif edilen ve toplumsal düzeyde gerçekleşen bu durum, kendiliğinden kitle bilincindeki bütün gelişim boyutlarının da temelini meydana getiriyor. “Korkma!” seslenişinden türeyen bunca söylem çeşitliliği, “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganının bunca yayılması boşuna değil.
Ayaklanmanın kitle bilincindeki değişimi ve gelişimi ifade eden “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganı, büyük bir demokratik eylem potasının duyguları ve düşünceleri nasıl hızla kolektivize ettiğine yalın bir örnek teşkil ediyor. Erdoğan’ın saray diktatörlüğünden kurtulmak için emekçiler ve ezilenler açısından tek hakiki seçeneğin birlikte mücadele etmek olduğunun yaygın bir kavranışı bu. Yakın geçmişteki köklerinin Gezi-Haziran ayaklanmasının kitlesel kolektif eylem gücüne uzandığına da şüphe yok.
Mart ayaklanması, çıplak gerçekliğe gözlerini kapamayana, faşist devlet terörünün tırmanış yılları boyunca hem devrimci hem de reformcu parti ve örgütlerin saflarında kendini gösteren, “bu halktan bir şey çıkmaz”, “gençlik apolitik, toplumsal sorunlara ilgisiz”, “işçilerin ve ezilenlerin mücadele potansiyeline dair iyimser değerlendirmeler temelsiz” gibi sözlerle dile gelen yaklaşımların aslında devrime inanç yitiminden, halka güvendeki aşınmadan, siyasi karamsarlaşma, umutsuzlaşma ve kararsızlaşmadan kaynaklandığını, faşist devlet sopasıyla yaratılan ideolojik-siyasi tasfiyecilik ortamına has bir terbiye edilme biçimi olduğunu tüm berraklığıyla ortaya koyuyor.
Faşist şeflik rejiminden kurtulma isteğinin kendiliğinden kitle bilincinde büründüğü biçim “Hükümet istifa”, daha iyisi ise “Tayyip istifa” sloganlarında ifadesini buluyor. Burada, bilincin iki ayrı kategorik düzeyi arasındaki, kitlenin kendiliğinden bilinci ile öncünün devrimci bilinci arasındaki farklılık çarpıcı tarzda ortaya çıkıyor. Halk kitleleri bugünkü politik rejimin biçimine itirazlarını ayaklanma raddesinde dile getiriyorlar, adalet ve özgürlük istiyorlar, ama Türk burjuva devletinden henüz ideolojik-politik bir kopuşa da varamıyorlar. Devrimci öncülük misyonunun düğüm noktası böyle bir ideolojik-politik kopuşu bilinçte ve eylemde baskın hale getirmekte, yani kendiliğinden kitle bilincini öncünün devrimci bilinci seviyesine yükseltmenin yol ve yöntemlerini bulup uygulamakta.
Erdoğan’a istifa etmeyi dayatmaktan daha etkili ve daha kararlı bir duyguya, düşünceye ve davranışa tekabül eden “Faşist şef defol”, “Diktatör defol” gibi sloganları haykırmak bilincin söz konusu ettiğimiz iki farklı düzeyi arasında devrimci etkileşim, birinden diğerine doğru devrimci gelişim sağlamakta işlevsel olabilir. Böyle bir etkileşimin ve gelişimin pekala gerçekleşebilir olduğunun işaretleri, Mart ayaklanmasının daha ilk gününde ODTÜ eyleminde göze çarpan “Sarayı boşalt, geliyoruz” sloganında ya da bilhassa üniversiteli gençlikten yükselen “Çözüm sokakta, sandıkta değil” sloganında mevcut.
Ayaklanmaya katılan kitleler arasında devrimcilere ve komünistlere mesafeli duruşların olduğu, Türk bayrağı ve kemalist söylem enflasyonu yaşandığı, Kürtlere yer yer hakaret edildiği, kadınları ve özellikle LGBTİ+’ları aşağılayan cinsiyetçi tezahüratların sıklıkla yükseldiği elbette doğru. Ayaklanmanın kitle skalası, en sağ uçta Zafer Partisi faşistlerinden en sol uçta devrimcilere ve komünistlere uzanan, çoğunluğu hayatında ilk defa sokak eylemine katılmış gençlerden oluşan hayli geniş bir yelpazeyi içeriyor. 2015 faşist saray darbesini takiben devrimci ve ilerici güçlerin, demokratik kitle eylemselliğinin faşist devlet terörü yoluyla geriye sürüldüğü yıllarda, bir yandan da göçmen karşıtlığını, ataerkil tahakkümü, LGBTİ+ düşmanlığını, Türk ırkçılığını ve şovenizmi körükleyen faşist ideolojik manipülasyonun toplumu nasıl kuşattığı da biliniyor. Gezi-Haziran ayaklanması döneminden farklı olan bu koşullarda, yürüyüşlerde ve meydanlarda cinsiyetçi küfürlerin daha sık duyulmasında, hatta faşistlerin Kürtlerden nefret mizansenleri sergilemesinde şaşılacak bir taraf yok.
Milyonların katıldığı, hele de içinde faşistlerin de boy gösterdiği bir halk ayaklanması, bu çapta bir toplumsal-siyasal “olay” toplumdaki çeşitli çürüme görüngülerini kaçınılmaz olarak bağrında taşıyor. Mesele, öncünün devrimci bilinci düzeyinden bütün bu geriliklere müdahale etmekte, hareket içindeki gerici öğeleri yalıtıp etkisizleştirmekte. Ayaklanmanın yarattığı nesnel demokratik atmosfer ve kolektif mücadeleci ortam, örneğin ataerkil küfürler karşısında erkeklikle toplumsal yüzleşmeyi örgütleme, örneğin ırkçı ve şoven zehirlenmeye karşı halkların kardeşliği ve eşitliği görüşünü yayma pratiklerini çoğaltmaya yeni ve etkili imkanlar sunuyor. Zira ayaklanmaya katılan kitlelerin en büyük bölümünü Türk halkının devrimci-demokratik dönüşüme en açık olan ve zaten bu dönüşüm yoluna girmiş bulunan kesimleri meydana getiriyor.
CHP’nin Burjuva İktidar Mücadelesi
“Mart olayı”nın çift yanlı siyasi niteliği göz ardı edilemez. Birincisi, emekçilerin ve ezilenlerin adalet ve özgürlük mücadelesi; ikincisi ise CHP’nin AKP’ye karşı burjuva iktidar mücadelesi. Bu iki siyasi nitelik iç içe geçti.
Faşist şef Erdoğan 19 Mart’ta burjuva muhalefetin lokomotifi CHP’ye ölümcül bir vuruş yapmak istedi. Buna göre, CHP’nin müstakbel cumhurbaşkanı adayı diskalifiye edilecek, İstanbul belediyesine ve CHP yönetimine kayyum atanacaktı. Bu plan faşist şeflik rejiminin politik iktidarda seçim yoluyla gerçekleşebilecek herhangi bir değişikliğe kapalı bir yönetim biçimi olarak yapılandırıldığının yeni bir kanıtıydı.
Böylece burjuva iktidar ile burjuva muhalefet arasındaki çelişkinin olağanüstü keskinleştiği, CHP için yangın alarmının çaldığı bir momente gelindi. İstanbul’da Beşiktaş’tan başlayarak ilçe belediyeleri saldırıya uğradığında, özellikle Esenyurt belediyesi kayyumla gasp edildiğinde süreğen bir kitle hareketi geliştirerek buna sokakta karşı koymaya yönelmeyen CHP, bu kez siyasi ve fiziki varoluş tehdidiyle yüz yüze kalınca kendisini savunmak için mecburen sokağa ve halka yöneldi. Burjuva solu CHP’nin Anayasa Mahkemesi kapısını aşındırma ve “sorunları meclis çatısı altında çözelim” lafıyla oyalanma hattından çark edişi bir olgudur.
Ama daha önemlisi, CHP’nin ideolojik-politik etkisi altındaki emekçilerin ve ezilenlerin bir sel gibi Saraçhane’ye akmasıyla, yıllardır CHP’nin seçim galibiyetinden öte bir siyasi ufka bakmamış olan milyonların silkinmesiyle ansızın esmeye başlayan halk rüzgarının CHP’yi aşıp geçmesidir. Emekçilerin ve ezilenlerin siyasi tepkisinin böyle bir ayaklanma düzeyinde açığa çıkması CHP yönetimini bu halk rüzgarının gerisinde kalmamaya, gitgide daha kararlı davranmaya zorladı. Mart ayaklanması, bir hafta boyunca Saraçhane’de kamp kuran CHP genel başkanı Özgür Özel’e, burjuva muhalefet çizgisini artık meydanlarda muhalefet şeklinde yenilediğini ilan ettirdi.
Saraçhane meydanı, hem ayaklanma depreminin patlak vermesinin ve yayılıp genelleşmesinin merkez üssü olarak, ama hem de CHP’nin ayaklanma üzerinde burjuva siyasi hegemonyasını kurup üretmesinin temel dayanak noktası olarak, iki yanlı siyasi rol oynadı. Tıpkı “olay”ın çift yanlı siyasi niteliği gibi. CHP yönetimi, Bozdoğan çatışmalarına en baştan mesafeli durarak, İmamoğlu’nun ağzından Türk bayrakları taşıma çağrısı yaparak, genel grev beklentilerini tüketim boykotuna tahvil ederek, nihayet sokaktaki isyan “kaos”unu Maltepe mitingiyle düzenli bir hareket formuna sokma hamlesi yaparak, kendisini aşan adalet ve özgürlük ayaklanmasında kontrolü tekrar ele almaya çalıştı.
Burjuva iktidar mücadelesinde kuvvet dengesi değişim geçiriyor, faşist saray iktidarı siyasi inisiyatif kaybı yaşıyor. Burjuva iktidar ile burjuva muhalefet arasındaki çelişkinin olağanüstü keskinliği de sürüyor.
Faşist şef Erdoğan’ın 19 Mart hamlesi siyaseten başarı kazanmış değil. KONDA’nın anketine göre sokak eylemlerinin yüzde 73 oranında meşru bulunuyor olması, faşist AKP-MHP blokunun kendi yığın tabanını dahi geniş ölçüde ikna edemediğinin göstergesi. Faşist şefin elinde devlet terörünü daha da tırmandırmaktan, Akın Gürlek aparatını tekrar tekrar kullanmaktan başka bir dolaysız imkan kalmamış durumda. Demokratik halk hareketine karşı “dış mihrak” şoven demagojisinden medet uman saray iktidarı, aslında, Trump yönetimindeki ABD emperyalizminin bölge politikaları dahilinde ve özellikle İran karşısında Erdoğan’la yürümeyi tercih edeceğine güveniyor, keza Rusya-Ukrayna savaşında sona yaklaşılırken AB emperyalizmi nezdinde Erdoğan’ın öneminin arttığına inanıyor. Fakat Batılı emperyalist cenahla ilişkiler, faşist şeflik rejimi için, hele de TÜSİAD yönetimine polis ve yargı sopasını salladığı yerde sermaye oligarşisinin büyük bölümünün siyasi desteğini arkalama fırsatından yoksun kalmışken, kararlı ve istikrarlı bir “dış destek” güvencesi sağlamıyor.
Maltepe mitinginde İmamoğlu için 27 milyon imza toplama hedefini açıklayan, haftalık il ve ilçe mitingleri programı çıkaran, tüketim boykotunda ısrar eden CHP yönetimiyse, salt seçim sandığının burjuva iktidar mücadelesinde gerçek bir başarıya yetmediğini anlamış durumda. Şimdi Özel liderliğindeki CHP, halk ayaklanmasının toplumsal dinamiklerini hem siyaseten arkalayarak ama hem de polisle çatışmaktan alıkoyarak, aynı zamanda Kürt ulusal demokratik hareketine göz kırparak, erken seçim çağrısını kitlesel sokak hareketinin gücüyle bütünleştirdiği bir politik çizgide yürüyor.
Bu gerçek, devrimci politika açısından, adalet ve özgürlük ayaklanmasının toplumsal dinamiklerini CHP’nin ideolojik-politik hegemonya sahasından gitgide koparmak ve devrimci temelde mevzilendirmenin yolunu açmak üzere, alternatif bir devrimci-demokratik hegemonya sahası inşa etmenin zaruretine işaret ediyor.
Birleşik Devrimin İki Yakası
Türkiye’de yeni bir halk ayaklanmasının patlak vermesi Türkiye-Kürdistan birleşik devriminin gelişimi için taptaze devrimci imkanlar doğurdu. 2015 faşist saray darbesinden bugüne uzanan on yılda faşist Erdoğan iktidarına karşı direnişin en büyük ve en örgütlü gücü olan Kürt ulusal demokratik hareketinin hemen yan kulvarında, nesnel olarak, bugün Türkiye’de büyük bir demokratik halk hareketinin varlığı belirdi.
Fakat birleşik devrimimizin eşitsiz gelişim özelliği, bu kez de nesnel imkanlar ile öznel konumlar arasındaki çelişkide kendini gösterdi.
CHP’nin Bakur özyönetim direnişleri kentlerde taş taş üstünde bırakmamacasına bastırılırken sessizliğe gömülmek, vekil dokunulmazlıklarının kaldırılmasında AKP’yle suç ortaklığı yapmak, Kürdistan belediyelerine yönelik kayyum saldırılarına karşı direnişe ortak olmaktan kaçınmak, hatta cumhurbaşkanlığı ve belediye başkanlığı seçimlerinde desteğini arkalama hesabındayken dahi DEM Parti’yle ilişkisini olabildiğince görünmez kılmak gibi maddeleri içeren yakın geçmişteki olumsuz sicilinin yanına Mansur Yavaş faşistinin Saraçhane meydanındaki kürsüden kustuğu ırkçı nefret, Zafer Partisi faşistlerinin gösterilerde yükselttikleri ırkçı tezahürat, ayaklanma katılan kitlelerin bir bölümünün Türk burjuva devleti ile Kürt ulusal hareketi arasındaki savaşta İmralı çağrısıyla beliren uzlaşma ihtimaline gösterdiği ırkçı reaksiyon gibi olgular eklendi. Sosyal şoven reformist sol ise bunlara seyirci kalmakta beis görmedi.
Bütün bunların Kürt ulusal demokratik hareketi ve DEM Parti yönetim kademeleri için Türkiye’deki halk ayaklanmasına yaklaşımda bir siyasi temkinliliğe zemin oluşturmasında, dahası Kürtlerin haklı tepkilerine neden olmasında, örneğin Saraçhane meydanında canhıraş alkışlanan Özgür Özel’in aynı gün Yenikapı Newroz meydanında yuhalanmasını getirmesinde anlaşılmaz bir yan yok.
Buna rağmen, Erdoğan liderliğindeki faşist sömürgeciliğe karşı özgürlük mücadelesi veren, üstelik Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ile programını ve stratejisini Türkiye’nin demokratikleştirilmesi hedefine odakladığını ilan eden bir büyük siyasi öznenin “Mart olayı”nda CHP’nin burjuva iktidar çatışmasını görmesi ama Türk halkının adalet ve özgürlük ayaklanmasını görmemesi kabul edilemez bir dar görüşlülük olur. Hem de, “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nın kapı açacağı umulan yeni dönemde, Kürt ulusal demokratik taleplerinin faşist sömürgeciliğe dayatılmasının fiili meşru mücadele alanında dişe diş bir kavgayı şart koştuğu, sömürgeci faşist şeflik rejiminin gerek Bakur’da gerekse Rojava’da en az tavizi verme ve vereceği tavizleri de kolayca geri alabileceği şartları kabul ettirme çizgisinde durduğu apaçıkken, Türkiye’deki halk ayaklanmasının dışında ve iyimser bir diplomatik bekleme konumunda kalmayı tercih etmek yalnızca kaybettirir. 12 yıl önce Kürt ulusal demokratik hareketinin Türkiye’de ayaklanma alanlarına adım atmakta geciktiği Gezi-Haziran günlerinin bunu doğrulamış deneyimi halen hafızalarda.
Kürt ulusal demokratik hareketinin Türkiye ve Bakur’daki örgütlü ve mücadeleci varlığı, keza DEM Parti’nin yaygın fiziki örgütlülüğü ve siyasi etkinliği halk ayaklanmasını CHP’nin siyasi insafına bırakmamak ve hem nitelik hem de nicelik boyutlarıyla ileriye gitmesini sağlamak, bunun için gereken alternatif ideolojik-politik hegemonya alanını oluşturup geliştirmek için kritik bir potansiyel dayanak. Açık ki, ayaklanmanın adalet ve özgürlük talepleri Kürt halk kitlelerinin de özlemlerine tekabül ediyor. Ve dahası, Kürt ulusal demokratik hareketinin Türkiye’deki halk ayaklanmasına omuz vermesi faşist sömürgeciliğin Türk işçi ve ezilenlerini şovenizm saflarında tutmasını darbeleme, Kürt ulusal demokratik talepleri konusunda esaslı bir geri adıma yanaşmayan karşıdevrim cephesinde siyasi yarılma yaratma, İmralı’da Türk burjuva devlet yetkilileriyle yapacağı görüşmelerde Öcalan’ın demokratik konumuna güç kazandırma imkanını değerlendirmek anlamına geliyor.
Faşist şef Erdoğan’ın, İstanbul belediyesine ve CHP yönetimine kayyum atama denemesi yaptığı, DEM Parti’nin “kent uzlaşısı” taktiğine karşılık veren CHP’yi “bölücü terörle iltisaklı” ilan ettiği koşullarda, Kürt ulusal demokratik varlığına öyle kolay alan açmayacağı besbelli. Kısaca, Türkiye’de faşizm-Bakur’da demokrasi denkleminin gerçekleşmesi mümkün değil.
DEM Partililerin meydanlarda adalet ve özgürlük hareketine katıldıklarında “çözüm sürecinin baltalanacağına” inanmalarını, CHP’lilerinse meydanlarda Kürt ulusal demokratik taleplerini sahiplendiklerinde “bölücü teröre ortak olunacağını” düşünmelerini istemek ve sağlamak sömürgeci faşist şeflik rejiminin güncel politikasının çok önemli bir unsuru. Zaten Türkiye’deki politik özgürlük mücadelesi ile Kürdistan’daki ulusal özgürlük mücadelesini birbirinden ayrı tutmak sömürgeci faşizmin daima stratejik bir önceliği oldu.
Bugün Türkiye-Kürdistan birleşik devriminin iki yakasının birleşmesi, yani Türkiye’de ayaklanma düzeyinde kendini ortaya koyan emekçilerin ve ezilenlerin demokratik hareketi ile Kürdistan’da faşizme karşı en çetin direnişi sergilemiş olan Kürt ulusal demokratik hareketinin buluşması, genel olarak demokratik hak ve özgürlükler uğruna mücadele için olduğu kadar, özel olarak Kürt ulusal demokratik talepleri uğruna mücadele için de bir sıçrama tahtası kurmak demektir. Halk ayaklanmasının dışında ve diplomatik bekleyiş konumunda kalmaksa bu büyük devrimci imkanı heba etmektir.
Devrimci-Demokratik İnisiyatif
Adalet ve özgürlük ayaklanması açığa çıkardı ki, yönetenler eskisi gibi yönetemiyorlar, yönetilenler eskisi gibi yönetilmeye itiraz ediyorlar, yapısal ve güncel boyutlarıyla derin bir siyasi kriz hüküm sürüyor. Ve ama devrimci-demokratik öncü inisiyatif “Mart olayı”nın gidişatına yön vermekten henüz uzak.
Faşist saray diktatörlüğünün on yıldır kesintisiz ve ağır saldırılarına maruz kalan, faşist devlet terörüyle örgütsel yapıları ciddi biçimde darbelenen ve siyasal çalışma alanları hayli daraltılan, bağ kurdukları insanlar tek tek korkutulan ve yıldırılan devrimci parti ve örgütlerin halk ayaklanması içindeki ideolojik, siyasal ve örgütsel etkinlik alanlarının bunca sınırlı kalışında bir tuhaflık yok. Daha önemlisi, aynı on yıllık dönemin sonucu olan ideolojik-siyasi tasfiyecilik ortamı devrimci parti ve örgütlerin öncülük misyonunu kavrayışlarını ve politik mücadele iddialarını baskılayıp kemirmiş, saflarında “yasal devrimcilik” olgusunu yaygınlaştırmış durumda. CHP’nin ayaklanmaya katılan kitlelerin hareketi üzerindeki ideolojik-politik hegemonyasından kaynaklanan “devrimci temkinlilik” duygu ve düşüncesi de cabası. Bu yönleriyle de Mart ayaklanması Gezi-Haziran ayaklanmasından farklılık gösteriyor.
Türkiye emekçi sol hareketinin reformist kesimiyse adalet ve özgürlük ayaklanmasında burjuva solu CHP’nin yedeğinde. Bu büyük kitle hareketinin içinde yer alan reformist sol parti ve örgütlerin pratiğinde devrimci öncülük zihniyetinin, bütün mücadele biçimlerini eşzamanlı ve ahenkli kullanma anlayışının, birleşik devrimin gelişimi perspektifinin herhangi bir izi bulunmuyor. Hatta Sol Parti, EMEP, TİP ve TKP varyantlarıyla küçük burjuva reformist solun bir yarısı faşist yasakları çiğneyip geçen ve polis barikatlarına yüklenen gençlere sağduyulu olmayı öğütlemekten, polis ile kitle arasında uzlaşma köprüsü kurma rolüne soyunmaktan geri durmuyor.
Sarayın uzattığı bayram tatili ve CHP’nin miting düzenine geçişi sonrası halk ayaklanması hız kesmiş olsa da adalet ve özgürlük isteğiyle ayaklanmaya katılan halk kitlelerinin mücadele enerjisi sönmüş değil. Bu büyük demokratik mücadele enerjisinin adalet ve özgürlük ayaklanmasında yeni ve devrimci bir çıkışa kanalize olması halen mümkün.
Tam burada, CHP’nin düzen içi hegemonya sahasının karşısında devrimci-demokratik bir hegemonya sahası yaratmanın tayin ediciliği meselesine geliyoruz.
Devrimcilerin en önde dövüşme cüreti, “Faşizme karşı omuz omuza” sloganının kitleselliği, genel grev genel direniş beklentisinin yaygınlığı gibi onlarca yıllık devrimci-demokratik mücadelenin güncel ürünleri alternatif hegemonya sahasının üzerine inşa edileceği hazır zemini oluşturuyor. Fakat böyle bir hegemonya sahası inşa etmek, emekçi sol hareketin bugünkü sınırlı ve parçalı tablosunda, devrimci parti ve örgütlerin, mücadeleci ve tutarlı antifaşist ve antişovenist güçlerin birleşik bir politik merkez kurmak için ivedilikle adım atmalarını gerektiriyor. Birleşik bir politik merkezin işlevi, özünde, adalet ve özgürlük ayaklanmasında halklarımızın devrimci-demokratik iktidarı hedefini maddileştirmektir. Ayrı örgütlerdeki hazır öncü güçler ancak birbirini bütünleyecek tarzda seferber olurlarsa, halklarımızın temel ve acil taleplerini birleşik biçimde bayraklaştırırlarsa, ayaklanan toplumsal dinamikler arasında devrimci-demokratik etki alanını sıçramalı olarak genişletebilirler.
Birleşik bir politik merkez CHP’nin illerde ve ilçelerde ayaklanmanın toplumsal dinamiklerini çekmek üzere gerçekleştireceği mitinglere emekçi mahallelerinden güçlü birleşik yürüyüşlerle, etkili devrimci-demokratik şiarlarla gelişleri örgütleme avantajı yaratacaktır. Çok daha önemlisi, emekçi mahallelerinde, üniversite kampüslerinde ve liselerde, işçi havzalarında, yani devrimci-demokratik etkinliği artırmaya en elverişli mekanlarda sonuç alıcı bir yoğunlaşma imkanı sunacaktır. Öğrenci forumları, mahalle meclisleri ve işçi toplantıları düzenlemekte, emekçilerin ve ezilenlerin politik ataklığına alan açmakta böylelikle örgütlü bir girişkenlik sergilenebilecektir.
Üniversiteli gençlik hareketinin defaatle çağrı yaptığı, CHP yönetimininse tüketim boykotuyla ikame ettiği genel grev doğrultusunda gerçek bir mesafe almak birleşik bir politik merkezle mümkündür. Genel boykotun üniversitelerde sürdürülmesine ve liselere yayılmasına öncülük etme, kepenk ve kontak kapatma eylemlerini gündemleştirme, işçileri ve kamu emekçilerini greve yöneltme, kitlelerin anayolları kesmesinin hazırlığını yapma görevleri, hasılı ezilenlerin birleşik direnişini örgütleme sorumluluğu birleşik politik merkezin omuzlarında olacaktır.
Küçük burjuva reformist solun CHP’ye bel bağlayışının önüne geçmek, bugün için, devrimci-demokratik nitelikte birleşik bir politik merkez olmaksızın imkansızdır. Böyle bir politik merkez, aynı zamanda, Türk halk kitleleri arasında Kürt ulusal demokratik taleplerini sahiplenme eğilimini güçlendirmeye de hizmet edecektir.
Halklarımızın birleşik bir politik merkez tarafından bayraklaştırılacak temel ve acil talepleri söz, basın, toplantı, örgütlenme, gösteri, grev ve boykot haklarının güvenceye alınması; terörle mücadele kanununun çöpe atılması; tecrit hapishanelerinin kapatılması ve politik tutsakların serbest bırakılması; saray tetikçisi savcı ve yargıçların, halka şiddetten sorumlu polis şeflerinin görevden alınması; kayyumların geri çekilmesi, görevden alınan tüm seçilmişlerin görevlerine geri getirilmesi; kadın katillerinin, kadına yönelik şiddet faillerinin cezalandırılması ve İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülmesi; tüm ezilen inançlara özgürlük sağlanması; üniversitelerin özerk-demokratik yapıya kavuşturulması; savaşa, silaha, işgale değil, eğitime, sağlığa, yoksula, öğrenciye, kiracıya, emekliye bütçe ayrılması; devletin İmralı çağrısına karşılık vermesi ve derhal ateşkes ilan etmesi; Kürt halkının varlığının tanınması ve demokratik haklarının kabul edilmesi, anadilde eğitime geçilmesidir.
Adalet ve özgürlük ayaklanması Türkiye’de yeni bir toplumsal-siyasal iklime maya çaldı. Taksim meydanı hedefli 1 Mayıs muharebesi filizlenen bu yeni iklimin yeni kitle eşiği olmaya adaydır. 1 Mayıs, toplumsal dinamikleri halen dipdiri olan Mart ayaklanmasının yakın geleceği için bir barometre özelliği de taşıyacaktır.
Öyleyse birleşik bir politik merkezin Taksim hedefi etrafında emekçi ve ezilen kitlelerle fiziken iç içe bir mücadele kararlılığı örgütlemeye koyulması devrimci-demokratik inisiyatif kazanmak için şimdi kritik bir hamle olacaktır.