Politik İslamcı faşist şeflik rejiminin ve inkarcı sömürgeci yapısıyla devletin iç ve bölgesel nedenlerle zor durumda olduğu; AKP devleti burjuvazisi başta olmak üzere sermaye oligarşisinin ekonomik-mali ihtiyaçlarını ve açgözlülüğünü doyurma zorluklarıyla baş etme imkanlarını genişletememe buhranı yaşadığı; işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin sınır tanımaz hale gelen adaletsizlikler, had safhaya varan faşist, sömürgeci, erkek egemen terör ve yoksullaştırma saldırıları nedeniyle için için kaynadığı koşullarda, beklenen, arzulanan tavır PKK’nin ulusal demokratik taleplerde ısrarcı olmasıdır. Türk egemenlerinin "barış" için dört parçada "silahsızlanma", "statüsüzlük" garantisi istemesi karşısında sergilenecek tutum sürecin hangi yönde gelişeceğini belirleyecektir.
PKK ve önderlik ettiği Kürt ulusal mücadelesi için yeni bir dönemi başlatacak ve kuşkusuz politik, ideolojik sonuçları Kürdistan ve Türkiye sınırlarının ötesine taşacak olan "Barış Ve Demokratik Toplum Çağrısı" açıklandı. Çağrı, değişik yönleriyle tüm dünyada çeşitli tipte görüşlere muhatap oldu. ABD’den Çin’e, Almanya’dan Rusya’ya, İngiltere’den Fransa’ya önde gelen emperyalist devletler ve emperyalist çarkın bir parçası olan Birleşmiş Milletler gibi kurumların sözcüleri silahlı mücadeleye son verilmesini çok olumlu bulduklarını, desteklediklerini, sürecin başarıyla tamamlanmasını arzu ettiklerini açıkladılar. Kürdistan’ın değişik parçalarını zora dayalı olarak egemenlikleri altında tutmayı sürdüren bölge sömürgecileri başta olmak üzere, farklı kıtalardan pek çok devlet aynı doğrultuda açıklamalar yaparak memnuniyetini ifade etti. KDP silah bırakmaya ve barışçı siyasete tam destek verdiğini, PKK’nin bu fırsatı kaçırmaması gerektiğini duyurdu. YNK çağrıyı desteklediğini, aynı biçimde TC’den de Bakur’da Kürtlerin demokratik taleplerine olumlu yaklaşım ve Rojava’yla barış tavrı beklediğini vurguladı.
Türkiye-Kürdistan, Türkiye-Bakur, Bakur-Kürdistan ve Türkiye programlı veya böyle bir programla mücadele ve örgütlenme iddiasındaki devrimci, toplumsal reformcu ve ulusal reformcu parti ve örgütlerden birçoğu konuya dair düşüncelerini açıkladılar.
Devlet, devrim, ezen-ezilen ulus, inkar ve sömürgeciliğe karşı mücadele, halkların ulusal geleceklerini belirleme hakkı gibi konulardaki görüşleri tüm bu parti ve örgütlerin "Barış Ve Demokratik Toplum Çağrısı" karşısındaki duruşlarını belirledi.
Tek tek parti ve grupların bakış açılarındaki farklılıklar ve özgünlükler saklı kalmak kaydıyla iki kategoride genellersek, şu ana çizgiler oluştu:
Devrimci parti ve örgütler, çağrının, silahlı mücadele konusundaki tezini, düşüncesini yanlış bulduklarını, yanı sıra devletin siyasi-hukuki zemindeki geri adımlarına karşılık, ulusal demokratik haklar programında sınırlamalara gidileceği izlenimi yaratmasına eleştirel yaklaştıklarını ifade ettiler. İtiraz ve eleştirilerine karşın, ulusal demokratik hareketin Türk egemen ulus ayrıcalıklarına karşı yükselteceği ulusal demokratik talepleri destekleyeceklerini vurguladılar.
Yasal örgütlenme, yasal-barışçı mücadele ve parlamento yoluyla değişim zihniyet ve çizgisindeki Türkiye, Türkiye-Bakur, Bakur-Kürdistan programlı partiler silahlı mücadeleye son verilmesi kararından çok büyük bir memnuniyet duyduklarını açıkladılar. Türkiye ve Türkiye-Bakur programlı yasal örgütlenme-barışçı mücadele partileri ve grupları, "kaderini tayin hakkı" konusunda sessiz kalırken, devletin Kürt ulusal demokratik taleplerinin şu veya bu kısmına dönük bazı reformcu adımlar atması istek ve beklentilerini ifade ettiler. Bunun tek istisnası şovenist TKP oldu.
Sayıları Sınırlanan Dünya Devrim Ocaklarının Söndürülmesi Savaşı
Dünya komünist ve devrimci hareketinin 20. yüzyılın ilk çeyreğinden sonraki en zorlu dönemi yaşanıyor. 1990-91’de patlak veren uluslararası tasfiyecilik dalgasının yol açtığı yıkımın yeni devrim partilerinin kurulup savaşıma yönelmesi yoluyla aşılamaması; o dönem tasfiyeciliğe göğüs geren partilerin, gerilla örgütlerinin bazılarının ETA, IRA, FARC örneklerinde olduğu gibi son yirmi yıl içinde irade kırılmasına uğraması ya da devrime cüret edemeyip Nepal tipi uzlaşmaya yönelmesi veya Tamil Elaam Kurtuluş Kaplanları örneğindeki gibi soykırımcı katliamlarla yok edilmesi durumu daha da ağırlaştırdı.
Devrimci önderlik boşluğu, 2000’lerin başından günümüze dünyada patlak veren pek çok devrimci durumun devrime dönüştürülmesi, onlarca ayaklanmanın devrimin zaferiyle sonlandırılması imkanıyla bu tarzda, böyle bir hedefle bağlı bir ilişki kurulamamasına yol açtı. Parlamenter anlaşma ve uzlaşmalar yoluyla dönüşüm yaratmak isteyen partiler veya çeşitli biçimlerdeki cepheler ya da "eski gerilla" kartvizitli bireyler kimi ülkelerde hükümet ya da devlet başkanlığı kurumlarında inisiyatif elde ettiler, fakat bunlar çoğunlukla kapitalist düzenin çarkları içinde kısa zamanda yozlaştılar ya da ekonomik, sosyal, siyasi beklentilere cevap olamamak nedeniyle seçmen desteklerini kaybederek etkisizleştiler.
Bu tablo, başta ABD olmak üzere emperyalist merkezleri ve emekçilerin, ezilenlerin siyasi, toplumsal ve ulusal savaşımlarıyla karşı karşıya olan devletleri sayıları sınırlanan dünya devrim ocaklarını söndürmek için tüm imkan, kurum ve aygıtlarını seferber etmede cesaretlendirdi. Politik ve örgütsel süreklilik için illegal örgütlenen ve politik mücadelede silahlı biçimleri de kullanan partilerin ve örgütlerin ideolojik-siyasi tasfiyeciliğe zorlanması veya önderlik kadrolarının katledilmesi ya da tutsak edilmesi, örgütsel yapıların ezilip dağıtılması için uluslararası işbirliği, istihbarat, teknoloji, deney paylaşımı ve desteği yoğunlaştırıldı. ‘90’larda Peru, 2000’lerde Tamil, Kolombiya, Hindistan, Filipinler, Filistin, Nepal, İspanya, İrlanda, Kürdistan, Türkiye bu açıdan değişik tipte örnekler oldular.
Faşist Şeflik Rejiminin İrade Kırma Veya "Tamil Çözümü" Savaşı
Faşist, inkarcı sömürgeci Türk burjuva devleti, ‘90’lı yıllar boyunca, NATO’nun, özel olarak da ABD’nin desteğiyle PKK’yi tasfiyeciliğe sürüklemek veya fiziki olarak yok etmek için tüm imkanlarını seferber etti. Faşist MGK diktatörlüğünü özel, kirli savaş yürüten bir kontrgerilla rejimi olarak yeniden örgütledi. Buna karşın yurtsever kitle hareketi ve PKK karşısında hedeflediği başarıya ulaşamadı. Tersine Kürdistan devrimi gelişti ve bir denge durumu oluştu. 1993’te Öcalan’ın Talabani aracılığıyla yürüttüğü "demokratik barış" çabaları karşılık bulmadı. İnkarcı sömürgecilik "burjuva çözüm" kapılarını sımsıkı kapadı. Bireysel kültürel haklardan ötesini "bölücülük" ilan etti. 1995 ateşkesi de durumda herhangi bir değişiklik yapmadı, tersine 1996 Mart’ından itibaren gerillanın Bakur’da ciddi kayıplar verdiği 2. faşist topyekün savaşla cevaplandı.
Şubat 1999’da Öcalan’ın uluslararası bir komployla tutsak edilip faşist sömürgeci Türk burjuva devletine teslim edilmesiyle "demokratik cumhuriyet/demokratik özerklik" hedefine gerileyen PKK bir kez daha "barış" arayışına girişti. Bu dönemde ateşkes, gerillanın Bakur’dan çekilmesi ve barış grupları tutumları bir sonuç üretmedi. PKK, 2004 Haziran’ına değin süren bu geri çekiliş dönemini hazırlık ve nitelik biriktirmek için değerlendirirken, aynı dönemde ABD eliyle örgütlenen tasfiyeci bir iç çürümeyle karşı karşıya kaldı. Haziran 2004’te ateşkese son vererek ve tasfiyecilerle kopuşarak yeni bir atılımı hazırlamaya girişti. İzleyen yıllarda yurtsever kitle gövdesini büyüttü. Askeri yeteneklerini, savaş kapasitesini geliştirdi. Dört parçanın ulusal demokratik gücü olmayı yeni bir temele kavuşturacak biçimde, Rojhilat, Başûr ve Rojava’da partileşme adımları attı. Bakur’da "demokratik özerklik" anlayışı kapsamında fiili adımlar attı. Birleşik demokratik cephe yönelimiyle Türk halkı içinde antişovenist kitle zemininin genişlemesine katkıda bulundu. Daiş’in yenilgiye uğratılmasına ve Rojava devrimine önderlik etti. Uluslararası alanda ezilenlerin yeni kesimlerinin desteğini kazandı. İnkarcı sömürgeciliği iki kez görüşme masasına oturmak zorunda bıraktı.
2013-2015 İmralı görüşme sürecinin yarattığı siyasi ve toplumsal ortamın faşizmin aleyhine işlemesi, 6-8 Ekim Kobanê serhildanı, fiili meşru mücadelenin yaygınlaşması, 7 Haziran seçimlerinde Erdoğan’ın başkanlık hevesine vurulan darbe, AKP’nin 2002’den sonra hükümet kuracak çoğunluğu ilk kez elde edememesi, devrimci ve antifaşist güçlerin büyümesi, HDP oylarında somutlandığı üzere şovenizmin geriletilmeye başlanması, Bakur’da özyönetim/özsavunma çalışmalarının gelişimi Erdoğan faşizmini panikletti. Erdoğan şefliğinde kurulan Saray cuntası, başta PKK olmak üzere "devletin bekasını tehdit eden" siyasi parti ve örgütlerin iradelerini kırma veya ezip dağıtma hedefiyle yürütülecek faşist, inkarcı sömürgeci katliam ve savaş kararları aldı. Bu özel savaş dönemi 20 Temmuz 2015 Suruç/Pîrsus katliamıyla başlatıldı. 24 Temmuz’da savaş uçaklarının Medya Savunma Alanları’na dönük o güne değin görülmemiş yoğunlukta ve genişlikte bir bombardımana girişmeleriyle tüm dünyaya ilan edildi.
On yıldır süren amansız savaşta faşist inkarcı sömürgecilik kitleler üzerinde giderek şiddetlenen ve genişleyen faşist sömürgeci teröre, katliamlara, yoğun tutuklamalara, savaş teknolojisindeki kimi önemli adımlara, Efrîn işgali, Rojava-Rojhilat hattında duvarlar, keşif ve dijital gözetim araçları ve başkaca tahkim edici önlemler yoluyla geliştirdiği çok sıkı denetime dayanarak önemli bazı avantajlar elde etti. Yurtsever kitle hareketinin geri çekilmesini sağladı. Keşif araçlarına entegre hava saldırıları ve gerillaya takviye güç aktarımını önleme yoluyla Kuzey Kürdistan’da kır gerilla mücadelesine büyük darbeler vurdu. İnkarcı-sömürgeci savaşı Medya Savunma Alanları’na ve Rojava’ya taşıdı. İşgallere girişti. KDP işbirlikçiliğine dayanarak çok sayıda askeri üs kurdu. Kandil’i kuşatma ve soykırımcı işgal hazırlıklarına yöneldi. Güney Kürdistan’da geniş bir MİT ağı oluşturdu. Medya Savunma Alanları’nda, Güney Kürdistan kentlerinde, Rojava’da kadrolara yönelik çok sayıda suikast örgütledi.
Tüm bunlara karşın Garê ve daha sonra da savaş tünelleri direnişinin yarattığı bozgunların, MİT şeflerinin Süleymaniye’de gerilla tarafından esir alınmasının, keşif uçaklarının düşürülmeye başlanmasının, Mersin ve Ankara feda eylemleri gibi gerilla sürprizlerinin yarattığı şok ve moral bozukluklarından; Kuzey Kürdistan dağlarında gerillanın fedai kararlılık ve metanetinin, halkın genel ve yerel seçimlerde ulusal demokratik adayların etrafında sımsıkı birleşmesinin, kitle eğilimini, duygusunu ve taleplerini ifade eden görkemli Newrozların ve Wan serhildanı gibi patlamaların inkarcı sömürgeci umutlara, hayallere vurduğu darbelerden kurtulamadı.
Faşist inkarcı sömürgecilik on yılın sonunda elde ettiği değişik avantajlara karşın hedefine ulaşamadı. PKK’nin iradesini kıramadı, köleci barışı kabul ettiremedi. Savaş tünelleri direnişinin bozduğu soykırımcı "Tamil çözümü" planını KDP işbirlikçiliği zemininde başka bir hattan örgütleme hazırlıkları ise 7 Ekim antisömürgeci Filistin saldırısı sonrası ortaya çıkan bölgesel gelişmeler tarafından durduruldu.
Aynı on yıl içinde, karşı karşıya kaldığı tüm dezavantajlara, boğucu kuşatmaya, niteliksel kadro, güç ve mevzi kayıplarına karşın, düşmana hedefine ulaşma fırsatı vermeyen PKK, faşist şeflik rejiminin saldırılarını püskürtmek ve iradesini kırmak için devasa bedeller pahasına Kürdistan’ın üç parçasında büyük bir fedakarlık gücü ve cüretle direndi, savaştı. Fakat tıpkı faşist inkarcı sömürgecilik gibi, PKK de irade kırmayı, bu temelde düşmanı, ulusal demokratik hakları kabul ettiği adil, onurlu, demokratik barışa mecbur etmeyi başaramadı.
Faşist Şeflik Rejimini İmralı’ya, Öcalan’ın Hücre Kapısına Götüren Koşullar Ve Etkenler
Filistin, Lübnan ve Suriye’ye yayılan ve genişleme eğilimi gösteren ırkçı sömürgeci savaşın ve Filistin, Lübnan direnişlerinin, Suriye’de Esad rejiminin iktidarı devrinin yarattığı yeni siyasi koşullar ve olasılıklar, faşist şeflik rejiminde cisimleşen devlet yönetimini, "beka" program ve planını güncellemek; Kandil’e, Rojava’ya, ulusal kitle hareketine, yasal örgüt ve kurumlara, DEM Partili vekillere, belediye başkanlarına, devrimci, antifaşist yasal parti ve dkö’lere karşı girişmeyi planladığı geniş çaplı saldırıları yeniden ele almak zorunda bıraktı. Çünkü Rojava’ya işgal saldırısı planı politik ve askeri belirsizliklerle ve yeni engellerle karşı karşıya kaldı. Ahmet el Şara rejiminin zayıflığının ve İsrail’in cihatçı bir politik İslamcı rejime/devlete göre kendisi bakımından daha az tehdit oluşturacak bir seçenek olarak Kürt özerkliğini, bağımsızlığını desteklemesi başta gelmek üzere kimi bölgesel etkenlerin yarattığı imkanlar Rojava’nın "demokratik özerklik" statüsünün resmileşmesini olanaklı hale getirdi. PKK ve Komala başta olmak üzere antisömürgeci, yurtsever kuvvetlerin İran’da ortaya çıkabilecek gelişmeleri "özerk Rojhilat, demokratik İran" hedefi doğrultusunda değerlendirme olasılığı öne çıktı. Güneybatı ve Doğu Kürdistan’daki muhtemel gelişmelerin gerillaya yeni imkanlar sağlaması ve Kuzey Kürdistan ulusal kitle hareketinin fitilini ateşlemesi ihtimali hesaplamalara yansıdı. Bundandır ki, ırkçı, faşist, inkarcı sömürgeci Erdoğan-Bahçeli ittifakı "iç cephe" yaygarasına başladı. Faşist şeflik rejiminin burjuva muhalifleri dahil, Erdoğan’ın politikalarına değişik içeriklerde itiraz yöneltecek partileri, grupları, kurumları, kişileri "dış cephe"nin "parçası" veya "uzantısı" olarak ilana hazırlandı.
Kontrgerilla şeflerinden ırkçı faşist Devlet Bahçeli’nin Kürt halk önderi Öcalan’a, "gelsin, mecliste, DEM grubunda silahları bıraktıklarını, örgütü feshettiğini açıklasın; umut hakkından yararlansın" çağrısı, "artık yeter çok para harcandı, ekonomik, mali kaynaklar israf oldu, çok kan aktı, demokrasinin gelişimi sekteye uğradı" vb. itirafları ve "demokrasinin gelişmesi, güçlenmesi" tipinden demagojik vaatleri bu koşullarda gelişti. İmralı kapıları bu nedenle açıldı. Ve yine aynı nedenle 26 yıldır İmralı adasında özel tecrit koşulları altında tutulan Öcalan’ın hücre kapısına gidildi.
"Barış Ve Demokratik Toplum Çağrısı"
Kürt halk önderi Öcalan çağrıya siyasi-hukuki koşulların hazırlanması halinde silahsız çözüm için inisiyatif alabileceğini, bu doğrultuda pratik adımların gelişmesini sağlayabileceği cevabı verdi. 27 Şubat’ta açıklanan "Barış Ve Demokratik Toplum Çağrısı" bölgesel gelişmelerin ortaya çıkardığı fırsatın değerlendirilmesi arzusunu; fakat daha da fazla on yıllık kesintisiz, şiddetli savaşın İmralı’ya yansıyan bilançosunun, Kandil’e "Tamil çözümü" hedefli saldırı ihtimalinin yüksekliği ve güncelliği düşüncesinin, sezgisinin yarattığı basıncın etkilerini yansıttı.
Öncelikle üç noktayı vurgulayalım:
Birincisi, çağrının, "barış ve demokratik toplum döneminin dili de gerçekliğe uygun geliştirilmek durumundadır" görüş açısı tarafından şekillendirilen ve ilk adımların atılmasına imkan yaratmak için aşırı temkinli, yer yer dolaylı olan dili ve ifade biçimleri kimi konularda berraklığı gölgelese de, bu, özün önüne çıkarılmayacak tali bir meseledir.
İkincisi, çağrıdaki talepler, beklentiler donmuş değildir; sürecin somut, canlı gelişimi içinde ileriye veya geriye doğru yön alabilirler. Doğrultunun yönü mücadeleyle, Kürdistan, Türkiye ve bölgesel zeminli siyasi, toplumsal koşullar ve gelişmelerle sıkıca bağlı olacaktır.
Üçüncüsü, olayların gelişimi "Barış Ve Demokratik Toplum Çağrısı"nın gerek Kürt halk önderi Öcalan ve partisi, gerekse de faşist inkarcı sömürgecilik tarafından bir yana itilmesine, yola çağrı öncesi konumlardan devam edilmesine bütünüyle açıktır. Yeni dönem belirsiz, istikrarsız, ayrıca PKK ve ulusal demokratik savaşım için ciddi tehlikelerle yüklüdür.
Politik mücadeleyi devrim, sosyalizm iddiasıyla yürüten partilerin, grupların siyasi mevzilenişte bunları dikkate almaması ciddi bir hata olacaktır.
Çağrının Hedefleri, Talepleri Ve Rejimin Burjuva Değişim İmkanı
"Barış Ve Demokratik Toplum Çağrısı", Kürt-Türk ilişkilerinin günümüzde çok kırılgan bir hal aldığını vurguluyor ve bu "tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir" diyor.
Bunun gerektirdiği koşulları ise şöyle tarif ediyor:
"Demokratik toplum ihtiyacı kaçınılmazdır."
"Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür."
"Cumhuriyetin ikinci yüzyılı ancak demokrasiyle taçlandırıldığında kalıcı ve kardeşçe bir sürekliliğe sahip olabilecektir."
Bu vurgular çağrının taleplerini ifade ediyor. Ki bunlar ezilen ulus, ulusal topluluk, inanç ve cinslerin kendilerini özgürce ifade ettikleri, bu temelde örgütlenme özgürlüğüne ve kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasi yapılanmalar için mücadele hakkına sahip oldukları "Demokratik Cumhuriyet" talep ve koşulunu yansıtıyor.
Kuşku yok ki, ezilenler için talep edilen haklar, tek ulus, tek dil, tek din, tek mezhep ve erkek egemenliği yapısallığı içindeki Türk burjuva devletiyle, onun bugünkü faşist şeflik rejimiyle, inkarcı sömürgecilikle dolaysız, cepheden mücadele konularıdır. Ki bütün bunların burjuva değişim koşullarında tutarlı bir uygulaması ancak faşist şeflik rejiminin yerini burjuva demokrasisinin almasıyla, tüm anayasal-yasal düzenin, devletin silahsız ve silahlı yüksek bürokrasisine ait kurumların, temel kadro yapılanmasının bu temelde yeniden düzenlenmesiyle olanaklı hale gelebilir. Yalnızca Kürtlere, Alevilere, ulusal topluluklara dönük güncel ve tarihsel inkarın son bulmasını değil, genel olarak işçilerin ve ezilenlerin söz, basın, toplantı, örgütlenme ve eylem özgürlüklerinin burjuva demokratik çerçeveye kavuşturulmasını gerektirir.
Ne var ki, "iç cephe" yaygarasına, beka sorununun yeni gerekleri alarmına, şu ya da bu yoldan Kürdistan petrolüne ve pazarına hakimiyet iştahına, bölgesel yayılmacı hedeflerine, kapitalist tekellerin ve kendisinin geleceğini güvencelemek isteğine rağmen faşist şeflik rejiminin ulusal sorunda burjuva çözüm eğilimi taşıdığına dair tek bir emare bile yoktur. Faşist şeflik rejiminin tüm amacı dört parçada PKK’nin "silahsızlanma"sı ve "statüsüzlük"tür. Dolayısıyla, bırakalım burjuva demokratik bir çözümü, inkarın son bulması, savaş esirlerinin serbest bırakılması, anadilde eğitim, ulusal kimlikle örgütlenme hakkının ve politik faaliyetlerin önündeki engellerin kaldırılması gibi başlıklarda faşist şeflik rejiminin ne kadar geri adım atacağı veya ne kadar esneyebileceği de meçhuldür.
Bu açıdan "iyi niyetin", "barış", "kardeşlik", "tarihsel ittifak" vb. sözlerin yapabileceği hiçbir şey yoktur. Sorunu mücadele ve yalnızca mücadele çözecektir. Ki bu mücadelenin tepeden tırnağa silahlı, iç savaşa göre örgütlenmiş bir faşist kontrgerilla cumhuriyetine karşı yürütüleceği gerçeğini bir parça bile ihmal etmek ağır sonuçlara yol açacak bir vahim hata olacaktır.
Sömürgeci Devlet-Sömürge Ülke, Ezen Ulus-Ezilen Ulus Mücadelesinde Çözüm Seçenekleri
Çağrıda şöyle deniyor: "Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır."
Muhakkak ki, çözümün ne olduğu konusunda çağrıdaki değinmelerden daha fazlası söylenecektir. Onun beklenmesinde bir mahzur yok. Fakat sorunun asıl yönü, inkarcı sömürgecilik koşullarında, faşist bir rejimle yönetilen devletle "demokratik çözüm" süreci başlatmaya veya "demokratik çözüm" koşulları oluşturmaya giriş olarak yapılan bir çağrıda, egemen ulus ayrıcalıklarının son bulmasından bağımsız biçimde, ulusların kendi geleceklerini belirleme biçimlerinin "aşırı milliyetçi savruluşlar" olarak tanımlanması ve genellenmesidir. Oysa, hangisinin tercih edileceğinden bağımsız olarak, "ayrı ulus-devlet" de, "federasyon" da, "idari özerklik" de ezilen, sömürgeci boyunduruk altında tutulan ulusların doğal haklarıdır. Mesele ulusal eşitlik veya tam hak eşitliğidir. Burjuva çözümler temelinde gelişen "federasyon" ve "idari özerklik"lerin daima egemen ulus ayrıcalıkları lehine sonuçlandığı, tam hak eşitliğini dışladığı tarihsel ve güncel bir gerçektir. Fakat yine de sömürgeciliğin boğucu koşullarının dışına çıkma, egemen ulusun politik, iktisadi, dil kapsamlı ve kültürel ayrıcalıklarını sınırlama, ulusal özgürlük yolunu daha canlı biçimde açık tutma zemini ve olanağıdır. "Kültüralist çözüm"le kastedilenin ne olduğu yeterince açık değil, fakat inkarcı sömürgecilikle ilişkisi içinde düşünülürse anadilde eğitimin devletin resmi kabullerinden biri olmasında ısrar etmeme yaklaşımı olarak değerlendirilmesi haksızlık olmayacaktır.
Silahlı savaşıma son verilmesi ve ulusal demokratik mücadeleyi yöneten partinin feshi temelinde yapılacak bir ulusal anlaşmada, idari özerkliğin ve anadilde eğitimin devletin resmi kabulleri olarak anayasal hale getirilmesinin dışarıda bırakılması ulusal reformist ve tasfiyeci bir tutum olacaktır. Çünkü bunlar bireysel kültürel haklar dayatan inkarcılık karşısında, kolektif ulusal haklar talebinin burjuva çözüm kapsamındaki temel ölçüleri veya sınırlarıdır. O sınırların belirsizleşmesi bireysel kültürel haklar biçimindeki inkarcı çözümün egemenliği dışında bir sonuca yol açamaz. Özel koşullar altında hakların, taleplerin koparılıp alınması mücadelesi için soluklanma ve hazırlık fırsatına dönüştürülmek üzere ağır tavizler gerektiren bir anlaşmanın kabul edilmesi bir şey, bunun ilkesel, teorik olumlaması başka bir şeydir.
Ulusal demokratik haklar salt siyasi rejimle değil, sömürgeci devletin yapısal özelliğiyle bağlıdır. Egemen kurum olarak devlette, açık, herkesçe görülebilen bir politik, ideolojik, örgütsel değişimi, deyim yerindeyse asgarisinden, hatırı sayılır bir esnemeyi gerektirir. Bu gerçekleşmeksizin, tavizler elbette ki "federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler"i dışlayacak, genişletilmiş bireysel kültürel haklar sınırında kalacaktır. Şayet süreç bu kapsamda bir anlaşmayla sonuçlanırsa, bu anlaşmanın zorunlu kalınan, fakat aşılmak zorunda olunan sömürgecilik yararına bir nitelik taşıdığı halklarımız önünde açıklıkla ortaya konmalıdır. En azından somut durum ve konu itibarıyla, "aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır" biçiminde gerekçelerden uzak durulmalıdır. Aksi tutum ne ilkesel, teorik, ne de pratik olarak izah edilebilir değildir ve olmayacaktır.
"Sistem Arayışları Ve Gerçekleştirmelerin Yolu" Sorunu
Çağrıda şöyle deniyor: "Cumhuriyetin ikinci yüzyılı ancak demokrasiyle taçlandırıldığında kalıcı ve kardeşçe bir sürekliliğe sahip olabilecektir. Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir."
İlk olarak, Türk devlet rejimi burjuva demokrasisi biçimini alsa bile egemen ulus ve sömürgeci ayrıcalıklarından vazgeçmediği, Kürt ve Türk halkları arasında tam hak eşitliği sağlanmadığı koşullarda ulusal çelişki yumuşar, fakat eşitsizliğin üreteceği siyasi, ekonomik, toplumsal sonuçlar nedeniyle, kalıcı ve kardeşçe bir süreklilik sağlanamaz. Tersi, ancak Kürt halkının egemen ulus ayrıcalıklarını gönüllü biçimde kabul etmesiyle mümkündür ki, bunun olasılıklar içinde anlamlı bir yer tutmayacağını söylemek nesnel olacaktır.
İkincisi, silahlı mücadeleye son verilmesi çağrısıyla, ideolojik-teorik bir tez olmanın ötesinde, politik pratiğe dönüştürülmesi gündemleştirilen "sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir" iddiasının sınıf, ulus ve cins ayrıcalıklarına dayalı toplumlar ve devletler için hiçbir geçerliliği yoktur. Emperyalist dünya düzeni de, tek tek emperyalist, kapitalist devletler içindeki toplumsal ilişkiler ve mücadeleler de bu gerçeği yalnızca tarihsel olarak değil, güncel olarak da tam bir kesinlikle doğrulayacak sayısız veriyle, kanıtla yüklüdür. Son 35 yılın tablosu devrimci ve ulusal kurtuluşçu partilerin veya daha genel bir ifadeyle ezilenlerin silahsızlanması temelinde yapılan barış anlaşmalarından sonraki trajik sonuçları görmek, anlamak için yeterlidir. Silah ve zor tekeli emperyalist, kapitalist, sömürgeci devletlerin elinde oldukça, sömürülenler ve ezilenler için reformlar yolu açık fakat "sistem değişikliği" yolu kapalıdır. "Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için (...) demokratik uzlaşma temel yöntemdir" tezini doğrulayan tek bir örnek göstermek neredeyse imkansızdır. Oysa geçersizliğine dönük örnekler için kafamızı kaldırıp dünyaya şöyle üstünkörü bakmamız bile yeterlidir. Demokratik uzlaşmanın sistem değişikliği için temel yöntem olduğu tezi, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen, zengin-yoksul çelişkileri temelinde kurulu toplumlar için tümüyle geçersiz, yararsız ve yanıltıcıdır.
Devrimci zor, silahlı savaşım öznel, keyfi tercihin değil, faşizme, sömürgeciliğe, kapitalist sömürü devletlerine karşı mücadelenin zorunlu kıldığı politik biçimlerden biridir. Devrim, ulusal özgürlük, sosyalizm savaşımı yasal, barışçıl, parlamenter yoldan; bu temeldeki anlaşma ve uzlaşmalarla başarıya ulaşamaz. Burjuva devletin, burjuvazinin işçi sınıfı ve ezilenler üzerindeki diktatörlük aracı olduğu, bir iç savaş aygıtı olarak örgütlendiği ve çeşitli tipte silahlı örgütlere dayandığı gerçeği, meseleyi ezilenler ve emekçiler cephesinden ele alacak her insan tarafından kolayca teslim edilecektir. Keza inkarcı sömürgeciliğin, inkarı ve sömürgeci egemenliğini sürdürebilmesinin ideolojik hegemonyasından, rıza üretme araçlarından ve yönetme deneylerinden değil, tüm bunlardan önce, başta ordu olmak üzere askeri örgütlerinin, sömürgeci zorun kuvvetinden geldiği hepimizin gözleri önündedir. Koçgiri isyanından günümüze Kuzey Kürdistan’ın son yüz yıllık tarihi bunu söylemektedir. Aynı şey Kürdistan’ın bütün parçaları için geçerlidir. Emperyalist kapitalist sistemin içinde yer almak, onun mevzilerinden biri olmak dışında bir eğilim taşımayan Güney Kürdistan yönetiminin 25 Eylül 2017’de bağımsızlık referandumu yapmaya kalkışmasının bile nasıl sonuçlara yol açtığı; "demokratik uzlaşma"nın değil, Kürdistan’ı zorla kendi devlet sınırlarına hapsetmiş sömürgecilerin ve emperyalistlerin silahlı tehdidinin, ekonomik, mali ablukasının sorun çözücü olarak ortaya çıktığı; dahası, o koşullarda Güney Kürdistan yönetiminin özerklikle bağlı kazanılmış kimi hak ve mevzilerinin sömürgeci Irak devletince gasp edildiği henüz hafızlarda çok canlı bir örnektir. Türk burjuva devletinin özerk Rojava statüsünü ortadan kaldırmak için çözüm aracı olarak Efrîn ve Serêkaniyê işgalleri dahil faşist, inkarcı sömürgeci şiddete dayandığı, onu esas aldığı tüm dünyanın hakim olduğu bir gerçektir.
Sermaye oligarşisi olarak veya sömürgeci olarak burjuvazinin, işçi sınıfı ve ezilenlerin veya sömürge ülke halkının isteği, bunu sokaklarda geniş kitle eylemleri ya da silahsız ayaklanmalar, serhildanlar biçiminde açıkça ortaya koyması nedeniyle iktidarından, ayrıcalıklarından, sömürge tekelinden vazgeçmeyeceği Türkiye-Kuzey Kürdistan halkları için bir sır değildir. Keza, böylesi tüm örneklerde egemenler adına ezilenlerin karşısına ordu, polis, jöh, pöh gibi özel katliam örgütleri ve kontrgerilla birimlerinin çıktığı da milyonların deney hazinesi içindedir.
Son kırk yılda, dünyanın değişik köşelerinde sömürge ülkenin ulusal kurtuluşçu güçleriyle sömürgeciler arasında burjuva çözüm temelinde yapılan değişik tipte anlaşmalar, Doğu Timor gibi özerklik örnekleri, sömürge halkının bağrında gelişen silahlı mücadelenin eseri olmuştur. Sömürücülerin egemenliği altındaki sınıflı toplumlarda veya sömürgeci-sömürge ilişkisinde "demokratik uzlaşma" yoluyla (mesela 21. yüzyılın bu ilk çeyreği içinde) yeni bir sistemin veya "demokratik toplum"un kurulduğuna dair bir örnek gösterebilmek olanaksızdır. Bu açıdan Chiapas’ta "başka bir dünya", "demokratik toplum" inşası hedefiyle silahlı savunmaya dayalı olarak girişilen deneyin hegemonya bölgesinin bir milim bile dışına taşınamadığı, Meksika’daki en vahşi sınıf sömürüsünü ve sömürgeci baskıyı zerre kadar gevşetemediği, bu yalıtıklık içinde de giderek çözüldüğü hatırlanmalıdır.
Vurgulandığı üzere, bütün bu yıllarda sömürge ülkenin ulusal kurtuluşçu güçleriyle sömürgeciler arasında burjuva çözüm temelinde yapılan değişik tipte anlaşmalar, en başta politik askeri mücadelenin yarattığı siyasi, toplumsal, ekonomik, mali sonuçlar tarafından koşullandırıldılar. "Barış Ve Demokratik Toplum Çağrısı" şartlarında, faşist sömürgeci Türk burjuva devleti, sömürge tekelinden vazgeçmek bir yana, inkardan kısmen vazgeçmeyi bile ulusal demokratik hareketin dört parçada derhal silah bırakması, askeri örgütlerini dağıtması ve Kürt halkı için statüsüzlüğü kabul etmesi koşuluna bağlıyor. PKK’nin ilan ettiği ateşkese karşın, devlet sınırları dışında, Medya Savunma Alanları’nda ve Rojava’da askeri tahkimatı ve soykırımcı sömürgeci savaşı sürdürüyor. Politika değişikliğinin sağlanması, uzlaşma, geri adım atma vb. konumların oluşması için belirleyici etken sömürge ulusun askeri gücü, savaş kapasitesi ve savaşım iradesidir. Ki bu güç, kapasite ve irade aynı zamanda halk örgütlülüğünün ve mücadelesinin sürükleyici etkenlerinin başında gelir. Dünyanın değişik köşelerinden pek çok örnek bir yana, ‘84 atılımından günümüze PKK deneyi bunu açıklıkla göstermektedir. İnkarcı sömürgeci faşist şeflik rejiminin, bırakalım statüyü, inkarı bütünüyle ortadan kaldıracak adımlara eğilim göstermediği koşullarda gözleri bunlara kapamak düzeltilmesi çok ağır bedeller gerektirecek hatalara ya da savaş alanında değil, fakat görüşme masasında yenilmeye yol açacaktır.
"Anlam Yoksunluğu Ve Aşırı Tekrar" Mı?
"Barış Ve Demokratik Toplum Çağrısı" şöyle diyor: "1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır."
Bu değerlendirme, toplumsal maddi koşullardaki tarihsel yenilenmelere bağlı olarak değişim-dönüşümün zorunlu olduğu genel doğrusundan hareketle yapılıyor. Esasen de, silah bırakma ve PKK’nin feshi kararının isabetli ve kaçınılmaz olduğunu kanıtlamayı amaçlıyor.
Duruma soru soralım: gerçekten, adı ve hakikati örten boş söz kalıpları dışında sosyalizmle hiçbir ilgisi kalmamış Gorbaçov yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin dünya burjuvazisi ve kapitalizmiyle bütünleşmesi, Öcalan’ın ifadesiyle "1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü"yle oluşan yeni koşullar ve "ülkede kimlik inkarının çözülüşü" ile "ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler" PKK’nin silahlı mücadeleden vazgeçmesini, kendini feshetmesini; "siyasi alanı" esas alarak "devlet ve toplumla bütünleşmesi"ni mi gerektiriyordu? Çağrı’daki nitelemelerle, böyle bir tercih "anlam yoksunluğu"nun ve "aşırı tekrar"ın panzehri olabilir miydi?
En özet biçimiyle dönemin öne çıkan olgularına bakalım.
1991-92 döneminde Türk Ceza Kanunu’ndaki 141. ve 142. maddeler kaldırıldı, fakat yerlerine daha ağır hükümler içeren 168. madde TCK’nın devrimcilerle savaş kanunu olarak ilan edildi. "Devletin bölünmez bütünlüğüne karşı suçlar" listesi inkarcı sömürgeciliğin tüm belgelerinin esneklik tanımaz bölümü olmaya devam etti. PKK’den ve Kawa, Rizgarî gibi Kürt ulusal devrimci partilerinden tutsaklar o yıllarda çıkarılan ceza infaz indiriminin dışında tutuldular. Aynı dönemde kirli savaş yöntemleri kendini gösterdi ve kontrgerilla yeniden organize edildi. Kuzey Kürdistan’dan sonra Türkiye’de de gözaltında kayıp politikasına geçildi. Yargısız infaz adı verilen devlet cinayetleri öne çıkmaya başladı. SS kararnameleriyle Kürdistan sözcüğünü kullanan gazete ve dergiler ağır hapis cezalarıyla, kapatılmayla ve baskı yapacak matbaa bulamama sorunlarıyla karşı karşıya bırakıldılar. Devlet ‘90’dan sonra şiddetlenen uluslararası tasfiyeci rüzgarın boyun eğdiremediği parti ve örgütleri ezmek için kendini yeniden örgütlemeye başladı. Burjuva politikacıların sınırlı da olsa telaffuz etmeye cesaret ettikleri "Kürt realitesi" vurgusu, büyüyen, geniş kitleleri antisömürgeci mücadeleye seferber edecek düzeye ulaşan ulusal devrimci savaşım koşullarında oy devşirme ve yatıştırma amaçlı demagojik sözden öte bir işlev taşımıyordu. Savaşın giderek artan mali, ekonomik yükünü ve başta AB üyeliği olmak üzere uluslararası ilişkileri gözeten sermaye oligarşisi içindeki tartışmalarda inkarın sonlandırılmasına dönük bir irade oluşmuyordu. Faşist MGK diktatörlüğünün 1991’de başlattığı 1. topyekün faşist saldırı şunu söylüyordu: Kürdistan yoktur, asla olmayacaktır. Varlığının ve anadilde eğitimin kabul edilmesi sınırları içinde bile kalsa, ulusal demokratik haklar söz konusuysa, Kürt yoktur. Olmayacaktır.
PKK silah bıraksa, yasal, barışçıl nitelikte bir yapıya dönüşse bile, ulusal demokratik talepler temelinde bir mücadele yürütmeye kalktığında, reformist toplumsal muhalefet çizgisindeki ÖDP’ye, SİP’e, EMEP’e vb. açılan alan ona kapalı tutulacaktı. Bu açıdan ortada PKK’nin kaçırdığı bir fırsat yoktu. "Kimlik inkarının çözülüşü" ve "ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler", bırakalım ulusal devrimci talepleri, ulusal demokratik talepler için bile küçücük bir anlam taşımıyordu. Ne yapılıyorsa, giderek geniş kesimleri kapsayan ağır bedeller ödenerek yapılıyordu. O bedelleri göğüslemek ancak değecek talepleri kazanma ruhuyla dövüşmekle mümkün oluyordu. Silahlı savaşım, gerilla mücadelesi olmaksızın, yasal, barışçıl mücadeleci, reformcu hiçbir güç, özsel niyeti, inancı ne olursa olsun, ortaya öyle bir irade, o düzeyde bir göğüs germe gücü, kararlılığı çıkaramazdı. 20. yüzyıl Kürt ulusal mücadelesinin kanıtladığı gibi, gerillasız, o direniş patlayıp sönen isyanlar-sömürgeci katliamlar döngüsünün ötesine taşınamazdı. O nedenle, Çağrı’daki ‘90’lı yıllara dair saptamalar gerçeklerden uzaktır. Bu yanlış saptamaların üzerine bina edilecek görüşler aynı zayıflığı taşıyacaktır ve taşımaktadır. Kaldı ki, ‘93, ‘95 ateşkeslerinin, ‘99 ateşkes ve gerillanın Kuzey Kürdistan dışına çıkması kararının deneyleri de durumun nesnel bir değerlendirmesi için yeterli verileri sunmaktadır.
Dünyayı düşünelim.
‘91’den itibaren yerkürenin dört kıtasında "devlet ve toplumla bütünleşme" adımları atan, demokrasi, demokratik müzakere yolundan sistem değiştirmeye karar veren partiler, örgütler, çevreler karnavalı başladı. Uluslararası tasfiyeci fırtına nice partiyi, kır gerilla ordusunu, kent gerilla örgütünü önüne katmış sürüklemekteydi. Silahlı mücadele, yasadışı eylem biçimleri, yeraltı örgütlenmeleri tarihsel ve siyasi ömrünü doldurmuştur deniyordu. Tasfiyeci yıkım şiddetli, derin ve genişti. "Demokrasi", "kitle basıncıyla toplumsal dönüşüm", "yatay örgütlenme", "neoliberalizmin siyasi liberalizme yol açacağı" vb. kavram ve tezler etrafında, devrim, yeni bir toplumun eski toplum düzeni-devleti yıkılmadan kurulamayacağı, zor ve şiddet tekeli egemen sınıfların elindeyken barışçıl yollarla sistem değiştirilemeyeceği görüşleri bombardımana tutuluyor, tasfiyecilik kutsanıyordu. Burjuva ideologlar ve onlara eklemlenmiş devrimsiz devrimciliğin teorisyenleri ciltler dolduruyorlardı. Umutsuzluk, yılgınlık, ideolojik yanılgılara ağıt dört bir yanı sarmıştı. Kırlardan indiler, kentlerde yer altından çıktılar, silah bıraktılar, düzen yasaları içinde partiler, hareketler kurdular. Kültür, sanat, edebiyat cephesinde bu modaya uygun üretimler tiksinti veren bir iştahla üretilmeye başlandı. Bu akıntıya göğüs geren komünist, devrimci, ulusal devrimci parti, örgüt ve gerilla gruplarının çoğu da ideolojik kanamadan kurtulamamış, güçlerinden bir bölümünü tasfiyeci bataklık akıntısına kapılmaktan alıkoyamamışlardı.
Elbette Türkiye ve Kuzey Kürdistan da bu tablonun bir parçasıydı. Dev-Yol, Kurtuluş, TKEP, TDKP yasal örgütlenmeye, yasal, barışçıl mücadeleye ve bu zeminde kalmak koşuluyla sokağı dışlamayan parlamenter mücadeleye koştular. Dünyanın, günün gerçekleri doğru kavranmalı, dogmatik olunmamalıydı. Geçmişten ders alınmak, silahlı mücadele biçimleri, kır gerillası, kent gerillası akla bile getirilmemek koşuluyla, aşiret tarzıyla Deniz, Mahir övgüsü sürdürülebilir, devrim, sosyalizm falan denmeye devam edilebilirdi. Modern revizyonist TKP, reformist TİP, Kürt ulusal partilerinden Kemal Burkay’ın yasalcı, reformist PSK’si çok daha erken girmişti bu yola. Tasfiyeci cereyana göğüs geren parti ve örgütlerden kimi ünlü bireyler de dünya ölçeğindeki yıkıma dahil olmayı seçiyor, kimileri ise sürgünde Özal’la anlaşmalar yaparak düzen koşullarında yasal, barışçıl siyaset için ülkelerine dönüyorlardı.
Bu maceranın Türkiye ve Kuzey Kürdistan bölümünün nereye evrildiği, ne ürettiği, hiç değilse örneğin, günümüzdeki CHP kuyrukçuluğu ve İmamoğlu ile partili arkadaşlarının tutuklanması vesilesiyle, gözaltı-tutuklama terörüne, adaletsizliklere, faşist zulme öfkelerini, isyanlarını haykırmak, artık yeter demek için Saraçhane’de buluşan kitleleri, özellikle gençliği "aşırılıktan sakınmaya", "akıllı hareket etmeye" çağırma "devrimciliğiyle" tanınıyor, biliniyor. Otuzbeş yıldır, ne ‘71 devrimci çıkışının, ne de ‘74-80 döneminin yarattığı devrimci geleneklere bir çakıl taşı bile eklemeden, faşizmle ve inkarcı sömürgecilikle bir tek devrimci muhabereye girmeden, halklarımıza dönük faşist saldırıların veya Kürt halkımıza dönük inkarcı sömürgeci kirli savaşın ve terörün karşısında barikat olmayı bir tek kez olsun denemeden, tersine devrimci eylemleri kınama sicillerini çoğaltarak, feda ruhuna söverek, tırnağını kanatmadan, gözaltısız, tutuklamasız ve yasadışılığın, illegalitenin rahatını bozmadığı, özel tipte bir fedakarlık sergilemeyi gerektirmeyen gündelik yaşam düzenlerini muhafaza ederek vardıkları yer bu.
Bütünden bakıldığında da manzara, bazı ülkelerde ilk dönem belirli kesitlerde sağlanan kitle desteği ve canlı bir silahlı mücadeleden çıkıp gelmiş partilerin, örgütlerin yönetici kadrolarına dönük suikastlar gibi ayırıcı noktaları unutmamak koşuluyla, toplam zaman için niteliksel bir farklılık yansıtmaz. Orta ve Güney Amerika’nın kimi ülkelerinde bakanlık edinenler, eski günleri ve değerleri öne çıkararak cumhurbaşkanı veya başkan seçilenler olduysa da, gerek kıtanın o bölümünde, gerekse de Asya’da, Afrika’da, Avrupa’da, ‘90’lı yılların tasfiyeci yıkıma gönüllü olmuş partileri, örgütleri, gerilla grupları siyasi ve toplumsal değişim için örnek gösterilebilecek bir başarı kazanamadılar. Tersine, şiddet tekelini elinde tutan burjuva devlet makinası koşullarında ne kadar özgür faaliyet yürütebileceklerini, parlamento yoluyla sistem değiştirme ihtimalinin ölçüsünü acı deneylerle gördüler. Ve tüm bunlara karşın bir daha, devrimciliğe, yasadışılığa, mücadelenin zora dayalı biçimlerine cesaret edemediler. 2000’den itibaren dünyada ayaklanmalar şenliği başladığında iyi seyirciler, sözü sonsuz analizciler olmaktan, parlamenter imkanlara odaklanmaktan, yüzlerini bakanlık, hükümet, cumhurbaşkanlığı, devlet başkanlığı kurumlarına dönmekten ötesini akıllarına bile getirmek istemediler. Bu çerçevede şu veya bu düzeyde muratlarına erenler bir süre sonra kapitalizme ayarlı sistemin çarkları arasında politik-ideolojik bakımdan iyice yozlaştılar ya da ekonomik, mali, toplumsal taleplerle ilişkilenişlerinin yarattığı hayal kırıklığıyla seçmen desteklerini yitirdiler. Sözde ne derlerse desinler, parlamenter çözüm dışında bir seçeneğin savunucusu, öncüsü, mücadele gücü olamadılar. Kapitalist düzene eklemlendiler ve yasal, barışçıl, parlamenter sol muhalefet olarak burjuva siyasi rejimlere ek manevra imkanları yarattılar.
Bütün bunlardan hareket edersek söylenecek ilk söz, PKK’nin ‘90’ların tasfiyeci uluslararası akıntısına kapılmamakla hiçbir şey yitirmediği ve "anlamsızlığa" düşmediğidir. PKK, inkarcı sömürgeciliğe karşı politik savaşım çizgisini koruyarak, tasfiyeci rüzgara direnişin ana kuvvetlerinden biri olmuş, hem Türkiye ve Kürdistan, hem de bölge ve dünya için devrimci amaçlarının zorunlu kıldığı politik askeri mücadele ısrar ve kararlılığın temsilcileri arasında yer alma onuru kazanmıştır. Bu süreç aynı zamanda Kürt yurtsever bilinci, Kürt dili ve kültürü için birikimin sıçramaya dönüşmesini sağlamıştır.
"Tekrar"sa, 1999-2004 özel ve uzun geri çekilme/ateşkes döneminin ağır tasfiyeci iç hasarını, Osman-Nizamettin grubunun kurduğunu ilan ettiği partinin adıyla söylersek PWD tasfiyeciliğini dışta tutarsak, gerillanın yeni niteliklerle donanması; pratikte biçimsel kalsalar da faşist sömürgeciliğin, nesnel olarak inkarı törpüleyen TRT-6, Kürtçenin seçmeli dersler arasına alınması, Kürtçe öğretmenliği gibi ödünlere mecbur bırakılması; ulusal kitle desteğinin ve örgütlülüğünün büyük ölçeklerde gelişmesi, güçlenmesi; devletin iki kez görüşme masasına oturtulması; Amed Newroz meydanında Öcalan’ın mesajının okunması; Bakur’da özyönetim organları kurulması; birleşik demokratik cephe ve birleşik devrimci cephe adımlarının atılması ve kuşkusuz uluslararası alanda halklar üzerinde derin bir etki, kuvvetli bir sempati yaratan, burjuva devletlerin dahi kayıtsız kalamadığı Daiş’e karşı savaşıma, zafere ve Rojava devrimine önderlik edilmesi; bu yolla gerek Öcalan’ın, gerekse de PKK’nin etrafındaki enternasyonal desteğin niteliksel bir yükseliş yaşaması başarılarını üretmiştir. Ve tüm bu tablo, Belucistan ve İran’a da yayılan Rojhilat ayaklanmasının mayalanmasına katkıda bulunmuş, "Jin, Jiyan, Azadî" şiarının Kürtçe biçimiyle enternasyonal hale gelmesinde pay sahibi olmuştur. "Tekrar" PKK’ye, ulusal demokratik mücadeleye, Kürt halkına, Kürt kadınlarına kaybettirmemiş, kazandırmıştır.
Somut Durum Ve Politik Tutum
PKK’nin ulusal demokratik haklar elde etmeksizin silah bırakması, kendisini feshetmesi, yasal, barışçıl konuma geçmesi halinde, bu, Kürdistan, Türkiye ve bölgenin devrimci ve antisömürgeci mücadelesi için çok önemli bir siyasi ve moral kayıp olacak; politik duruşta ‘90’lardaki nesnel olarak uluslararası esinlendirici güçlerden biri olmak konumunun, günümüzde tasfiyeci eğilimleri güçlendirmek biçiminde ters yüz olmasına yol açacaktır.
Politik İslamcı faşist şeflik rejiminin ve inkarcı sömürgeci yapısıyla devletin iç ve bölgesel nedenlerle zor durumda olduğu; AKP devleti burjuvazisi başta olmak üzere sermaye oligarşisinin ekonomik-mali ihtiyaçlarını ve açgözlülüğünü doyurma zorluklarıyla baş etme imkanlarını genişletememe buhranı yaşadığı; işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin sınır tanımaz hale gelen adaletsizlikler, had safhaya varan faşist, sömürgeci, erkek egemen terör ve yoksullaştırma saldırıları nedeniyle için için kaynadığı koşullarda, beklenen, arzulanan tavır PKK’nin ulusal demokratik taleplerde ısrarcı olmasıdır. Türk egemenlerinin "barış" için dört parçada "silahsızlanma", "statüsüzlük" garantisi istemesi karşısında sergilenecek tutum sürecin hangi yönde gelişeceğini belirleyecektir. Rojava’nın bu açıdan kilit önemde olduğu; inkarcı sömürgeciliğin Kürdistan’ın bu en küçük parçasının çok ağır bedeller pahasına, Daiş’i yenilgiye uğratarak koparıp aldığı statüsünden vazgeçmesini, Suriye Arap Cumhuriyeti vatandaşlığıyla yetinmesini istediği ortadadır. Kandil’e "Tamil çözüm"lü saldırı planını da yedekte tutuluyor. O nedenle, bir istikrarsız ara dönem içinde bulunduğumuz gerçeğinden hareket etmek isabetli olacaktır.
Devrimcilerin, antisömürgecilerin, antifaşistlerin bu istikrarsız ara dönemde Türkiye ve Bakur’da öncelikleri Kürt ulusal demokratik taleplerini yükseltmek olmalıdır. Öcalan ve siyasi tutsaklar serbest bırakılsın; devlet ateşkes ilan etsin; Kürt ulusal varlığı ve anadilde eğitim hakkı anayasal biçimde resmileştirilsin, tüm yasalar bu temelde düzenlensin; demokratik özerklik kabul edilsin; faşist ırkçı terörle mücadele kanunu kaldırılsın şiarları etrafında faşizme, inkara ve sömürgeciliğe karşı mücadele yükseltilmelidir. Bu aynı zamanda, halklarımızın birleşik mücadelesiyle, burjuva düzen çerçevesinde de olsa, söz, basın, toplantı, örgütlenme ve eylem haklarını boğucu bir kuşatmaya almış faşist şeflik rejiminin geriletilmesinin, zayıflatılmasının da güncel, somut yolu ve imkanıdır. Reformizme ve tasfiyeciliğe karşı mücadelenin yaşamda karşılık bulmasının; akademik analizciliğin, boş söz radikalliğinin üreteceği apolitiklikte yozlaşıp boğulmamanın; inkarcı sömürgeciliğe ve şovenizme karşı mücadelenin büyütülmesinin, sosyal şovenizme geçit verilmemesinin en sağlıklı, gerçekle bağını kaybetmeyen ve değiştirme yeteneği taşıyan yolu böyle bir duruştan ve mücadeleden geçecektir.