Faşist şef Erdoğan’ın Suriye’deki hesapları arasında yeni rejimin politik islamcı nitelikte yapılandırılmasını ve SMO’daki piyonlarının bu yeni rejimde etkin kılınmasını sağlamak, İsrail etkisini ise olabildiğince sınırlandırmak, ülkede yeniden tesis edilecek ordu ve polis güçlerinin eğitilmesi ve donatılmasında rol almak, Fırat’ın her iki yakasında resmi askeri üsler edinmek, hava sahasını Türk burjuva ordusunun savaş uçaklarına tamamen açık tutmak, Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının lehte belirleneceği yeni bir anlaşmayı ısıtmak, imar ve inşa yatırımlarından aslan payını Türk sermaye tekellerinin hanesine yazdırmak, havaalanlarının ve limanların işletilmesini, enerji ve iletişim altyapısının kurulmasını üstlenmek gibi siyasi, askeri ve iktisadi pek çok başlık var.
DSG-HTŞ Anlaşmasının Ardından
10 Mart’ta Demokratik Suriye Güçleri (DSG) ile Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) yönetimi arasında imzalanan anlaşmanın mürekkebi kurumadan, faşist şef Tayyip Erdoğan dışişleri ve savunma bakanları ile MİT müsteşarını apar topar Şam’a gönderdi. Faşist sömürgeci Türk burjuva devletinin acil meselesi, anlaşma zemininde ortaya çıkacak gelişmelerin herhangi bir biçimiyle Suriye’de Kürt ulusal statüsünün tanınmasıyla sonuçlanmasının kesinlikle önünü almaktı.
10 Mart anlaşmasının muhtevası aslında iki tarafın ortak prensiplerde mutabakata varmasından ibaret. DSG Kuzey ve Doğu Suriye özerk yönetimince cisimleştirilmiş devrimci demokratik kazanımların olabildiğince tanınmasının ve resmileştirilmesinin yolunu açmayı amaçlarken, HTŞ Suriye bütününde politik iktidar tekelini oluşturmanın imkanlarını elde etmek istiyor. Anlaşma, kurulacak komitelerin yıl sonuna değin anlaşmadaki maddelerin nasıl uygulanacağının somutlaştırılması için çalışma yapmaları hususunu kapsıyor. DSG, YPG ve PYD liderleri Suriye devletinin ortağı olmaktan bahsederlerken, HTŞ liderleri Suriye’nin bütünlüğünden ve yeni devlete entegrasyon zorunluluğundan bahsediyorlar. Demek ki, devrim ve karşıdevrim güçleri arasındaki mücadele sürecek ve anlaşmanın nasıl bir somut içeriğe bürüneceğini ve hatta uygulanıp uygulanmayacağını bu mücadele belirleyecek.
Rojava devrimi yönetiminin hedefleri Kürt ulusal varlığının ve haklarının anayasal güvenceye kavuşturulması, Rojava’da sınırlandırılmış da olsa özyönetime uygun bir idari yapının kararlaştırılması ve Suriye ordusuna entegrasyonun özsavunma hakkının geçerli olabileceği bir biçimde gerçekleşmesi. Faşist politik islamcı HTŞ yönetiminin hedefleri ise Suriye’de HTŞ iktidarının merkezi otoritesinin Suriye resmi devlet sınırlarının tamamı dahilinde tesis edilmesi, Rojavalı ve Suriyeli olmayan tüm DSG kadrolarının çekilmesi, dağıtılma suretiyle DSG’nin Suriye devlet ordusu bünyesinde eritilmesi. Taraflardan biri halihazırda hedeflerini diğerine kabul ettirmiş değil. Anlaşma da birbirine hayli uzak olan bu hedeflerde ortaklaşıldığı anlamına gelmiyor. Aslında iki taraf da yıl sonuna kadar zaman kazanmış, karşılıklı silahlı çatışmaya girilmeyeceğini ve diyaloğun sürdürüleceğini ilan etmiş oluyor. İki hasım güç arasındaki siyasi irade çarpışması her halükarda sürecek.
ABD’nin arabuluculuğunda ve ağırlık koymasıyla, bölgedeki ABD askeri kuvvetlerinin başkomutanı Michael Kurilla’nın özel temasları sonucunda oturulan anlaşma masasında imzalanan metnin şekillendirilmesinde Türk burjuva devletinin dolaysız bir inisiyatifi olmadı. Dahası, Türk burjuva devletiyle işbirliği halindeki Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) bile anlaşmanın yapılacağından habersizdi. İmzalanan anlaşma faşist inkarcı sömürgeciliğin karşı çıktığı bir muhteva taşımamakla beraber, bizzat onun çıkarlarına göre hazırlanmış da değil. Hatta sömürgeci faşist şeflik rejiminin yeni bir işgal hamlesine girişmesini şimdilik frenleyici bir özelliğe sahip. Bu yüzden Hakan Fidan, Yaşar Güler ve İbrahim Kalın’ı derhal Şam’a gönderen faşist şef Erdoğan, Suriye ve Rojava’da sürecin akışının Türk burjuva devletinin lehinde olmasını sağlamaya yönelik yeni bir müdahalede bulundu.
Abdullah Öcalan’ın “Barış Ve Demokratik Toplum Çağrısı” Rojava devrimi yönetimine doğrudan hitap etmemekle ve Rojava Kürdistan konusunda doğrudan bir görüş içermemekle beraber, Rojava yönetiminin bu çağrıdaki bakış açısıyla uyumlu hareket ettiği, Öcalan’ın Suriye’de bir siyasi uzlaşmaya varmak ve ama Suriye devleti içinde de erimemek gerektiğine dair görüşünü temel alan bir siyasi hattı benimsediği açık. Öte yandan, özel olarak İmralı’daki görüşmelerde, genel olarak da Kürt ulusal demokratik hareketi ile faşist inkarcı sömürgeci Türk burjuva devleti arasındaki mücadelede Rojava’nın halen bir düğüm noktası olmaya devam ettiği gerçeği de ortada.
Faşist Şeflik Rejiminin İki Boyutlu Suriye Stratejisi
Faşist sömürgeciliğin Suriye stratejisi Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki 2011 halk ayaklanmalarından itibaren yenilendi. Faşist sömürgeci Türk burjuva devleti, Erdoğan ve AKP yönetimi altında, 2011’de son derece aktif bir Suriye stratejisi geliştirip yürürlüğe soktu.
Esad’ı iktidardan düşürmeye odaklanan bu yeni strateji o zaman Erdoğan’ın “Çok yakında Emevi Camii’nde namaz kılacağız” iddiasında dile geliyordu. 2011’den önce de AKP hükümetleri bölgedeki devletlerle politik ve diplomatik, iktisadi, mali ve ticari ilişkileri geliştirmeye dayalı aktif bir dış politika inşasına girişmiş, Türk burjuva devletini bölgesel bir güç haline getirmeyi hedeflemeye başlamış, yeni pazar ve nüfuz sahaları oluşturma amacına bağlı olarak Suriye’yle ilişkileri de yoğunlaştırmaya yönelmişti. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki 2011 dönemeci Erdoğan’ın bölgesel güç olma hayallerini ve emperyalist heveslerini kabarttı. ABD’nin emperyalist hegemonyasının zayıfladığı ve emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği dünyasal ve bölgesel koşullarda, Türk burjuva devletini bölgesel hegemonik bir devlet düzeyine yükseltme çabaları belirginleşti.
Son 10 yıl içinde bu çabalar Libya’daki savaşın aktörlerinden biri olmada, Katar’da askeri üs edinmede, Arap ülkelerindeki Müslüman Kardeşler eksenli politik islamcı örgütlerle ilişkilerde, İsrail’e karşı kontrollü gerginlik siyasetinde, Azerbaycan-Ermenistan savaşına müdahil olmada, Yunanistan’la tırmandırılan gerilimde, Doğu Akdeniz’deki savaş kışkırtıcılığında, Kıbrıs’ı siyasi ilhak yöneliminde, Bulgaristan’dan Makedonya’ya değin Balkanlar’daki Müslümanlara dayanan örgütlenmelerde ve elbette Kürdistan’ın iki parçasındaki kalıcı işgallerde siyasi ve askeri biçimler alarak somutlaştı. SİHA’lar başta olmak üzere savaş sanayisi ürünlerinin artan ihracatı, özellikle Afrika, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkan ülkelerinde büyüyen sermaye yatırımları, AB tekellerinin tedarik zincirlerindeki kırılmaları Türkiye’nin ana halkası olacağı yeni bir tedarik zincirinin meydana gelmesi için değerlendirme arayışları gibi iktisadi, mali ve ticari gelişmeler bunun tamamlayıcısı oldu.
Türk işbirlikçi tekelci burjuvazisinin yeni pazar ve nüfuz sahalarına yayılma arayışının cüretkar ve saldırgan sözcülüğüne soyunan Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarı, Türk burjuva dış politikasındaki bu kapsamlılaşmayı Erdoğan’ın başbakanlığının son kesitinde dışişleri bakanı ve Erdoğan’ın ilk cumhurbaşkanlığı sırasında başbakan olan Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” kavramıyla dillendirdi. Osmanlı’nın fetihçi imparatorluk mirasına atıflar sıklaştı, neo-osmanlıcı olarak nitelenen ve bölgesel yayılmacı karakter taşıyan bir ideolojik-politik argümantasyon oluşturuldu.
Bölgesel yayılmacı dış politika Suriye özgünlüğünde “kardeşim Esad” çizgisinden “katil Esed” çizgisine sıçrayışta ifadesini buldu. Dönemin MİT müsteşarı Hakan Fidan Suriye’ye savaş ilanı bahanesi yaratmak için sınır ötesinden Türkiye’ye bizzat füze attırabileceğini söylüyordu. Türk burjuva devleti Suriye’ye resmen savaş ilan edecek bir siyasi fırsat bulamadı. Fakat, gerek Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve ardından 2017’de Suriye Milli Ordusu (SMO) adı altında teşkilatlandırdığı politik islamcı çetelerle savaş cephesi açarak, gerek IŞİD’le ve ardından HTŞ’yle ilişkilerini geliştirerek, gerek İdlib çevresine konuşlandırdığı Türk burjuva ordu birlikleriyle politik islamcı güçlere kalkan olarak, gerekse art arda gerçekleştirdiği askeri harekatlarla Rojava topraklarında işgal bölgeleri oluşturarak Suriye savaşının içinde aktif bir pozisyonda durdu.
2012 yılında Rojava devrimi zafere ulaşmıştı. O günden bugüne Rojava devrimine karşıtlık Türk burjuva devletinin Suriye stratejisinin diğer temel boyutunu meydana getirdi. Üstelik bu ikinci boyut hızla birinci boyutun önüne geçti, zira Kürdistan’ın bir parçasında Kürt halkının elde etmekte olduğu ulusal demokratik statü ırkçı ve inkarcı Türk burjuva devleti için düpedüz varoluşsal bir tehdit anlamına geliyordu.
2015’te, Kürt ulusal demokratik hareketine kolektif siyasal haklar yerine bireysel kültürel haklara razı olmayı, Rojava’daysa mevcut ulusal statüden vazgeçmeyi dayatmasından karşılık alamayan Erdoğan, İmralı’da Dolmabahçe mutabakatının hazırlandığı görüşme masasını devirdi. Erdoğan’ın faşist şeflik rejiminin kuruluşu, 20 Temmuz 2015 saray darbesinden itibaren, Rojava devrimini boğma amaçlı sömürgeci işgal saldırılarıyla iç içe geçti. Rojava devrimi Kuzey ve Doğu Suriye özerk yönetimi olarak genişledikçe ve Araplar başta olmak üzere halkların demokratik ittifakı karakterini belirginleştirdikçe, sömürgeci faşist saray iktidarı da Rojava’ya saldırıları ve işgalleri yoğunlaştırdı.
Kısaca, Erdoğan liderliğindeki faşist sömürgeci Türk burjuva devletinin Suriye stratejisi iki boyut taşıyor: birincisi, Suriye’yi Türk burjuvazisi için bir pazar ve nüfuz sahası haline getirmek, ikincisi ve daha önceliklisi, Suriye devletinin resmi sınırları içinde Kürt halkının kolektif bir ulusal statü sahibi olmasını engellemek.
Suriye’yi Pazar Ve Nüfuz Sahası Haline Getirmek
Padişah 1. Selim devrinde Osmanlı devleti Halep yakınlarındaki Mercidabık Savaşı’nda Memlükleri yenerek Suriye'nin çoğunu işgal etmişti. Suriye 1516'dan 1918'e kadar, Safeviler tarafından iki kez kısa süreliğine ele geçirilmesine karşın, Osmanlı devletinin bir parçası olarak kaldı. 1. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi Osmanlı’nın Suriye’deki egemenliğinin sonunu getirdi. İngiliz diplomat Mark Sykes ve Fransız diplomat François Georges-Picot tarafından formüle edildiği için Sykes-Picot Anlaşması olarak bilinen 1916 tarihli anlaşma uyarınca Ortadoğu’da sınırlar yeniden çizildi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altındaki bölge İngiliz ve Fransız emperyalistlerince nüfuz sahaları olarak paylaşıldı. Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan gibi devletler böyle oluşturuldu. Milletler Cemiyeti’nin resmen yetkilendirdiği Fransa Suriye’de ve Lübnan’da manda yönetimini sürdürdü. Suriye ve Fransa arasında 1936'da Suriye’ye bağımsızlık getiren bir anlaşma yapılmasına rağmen bu anlaşma Fransa meclisinde onaylanmadı ve Suriye’nin devletsel bağımsızlığı ancak 2. Dünya Savaşı’nın bitiminde, 1946’da gerçekleşti.
1. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni Türk burjuva cumhuriyetinin bölgedeki dış politikası esasen İskenderun Sancağı’nın ilhak edilmesine odaklandı. 1921’de Fransa’yla imzalanan anlaşmaya göre İskenderun Sancağı özel bir idari bölge olarak Suriye sınırları içinde kalmış, Türk burjuva cumhuriyeti Lozan’da da sancağı elde edememişti. 1936 yılında Suriye ile Fransa arasında yapılan anlaşmada İskenderun Sancağı’nın özel idari yapısına ilişkin hiçbir hükmün yer almamasını fırsata çeviren Mustafa Kemal iktidarı, sancak meclisi seçimlerinde çoğunluğu Türklerin kazanmasına yaslanarak, sancağın önce Hatay Cumhuriyeti adıyla bağımsızlık ilan etmesini ve ardından 1939’da Türkiye Cumhuriyeti’ne katılma kararı almasını sağladı.
Türk burjuva devletinin Hatay’ı ilhakı Suriye ve Türkiye arasında tarihsel bir sorun ve gerilim kaynağı olarak kaldı. Bunun ötesinde Türk burjuva devletinin Suriye’ye yaklaşımını, Bakur’daki Kürt ulusal isyanlarını bastırırken Suriye’nin Kürt ulusal hareketi için etkin bir cephe gerisi olmasını engelleme hedefi şekillendirdi. PKK’nin önderlik ettiği son büyük Kürt ulusal isyanı, Hafız Esad’ın Şam’daki başkanlığı döneminde, Rojava’yı ve Suriye’yi Bakur’da yoğunlaşan gerilla savaşının merkezi karargahı ve cephe gerisi olarak değerlendirdi. Sömürgeci faşist Türk burjuva devleti ise ‘90’lı yıllar boyunca bu ilişkiyi koparmak için Suriye’yle gerilim politikası izledi. Ekim-Kasım 1998’de ABD emperyalizminin desteğini arkalayarak ve Suriye devletini savaşla ve Fırat nehrinin akışını engellemekle tehdit ederek, Abdullah Öcalan’ı Suriye topraklarından çıkmaya mecbur etti.
AKP hükümetleri döneminde Suriye’yle ilkin barışçıl diplomatik temelde ve bölgesel ekonomik entegrasyon söylemiyle geliştirilen ilişki, 2011’de Ortadoğu’da başlayan siyasi altüst oluş sürecinin ve ABD’nin emperyalist hegemonya kaybından doğan boşluğun sunduğu fırsatları değerlendirme iştahı sonucu, yerini hızla düşmanlaşmaya bıraktı. Aynı süreçte Türk burjuva devletinin İsrail, Irak, Ermenistan ve Yunanistan’la ilişkileri de gerilimli bir nitelik kazandı.
2011’de Suriye’de patlak veren iç savaşla, Türk burjuva devletinin yanı sıra ABD, Fransa, İngiltere, İsrail, Suudi Arabistan, Rusya ve İran gibi emperyalist veya bölgesel gerici devletlerin müdahaleleri ve saflaşmaları sonucunda, Suriye’nin parçalandığı bir siyasi ve coğrafi tablo ortaya çıktı. AKP iktidarı bu devletler saflaşmasında, Rusya-İran-Suriye ittifakının karşısında, Batılı emperyalizmin yanında yer aldı. Fakat özellikle YPG’nin Kobanê zaferinden itibaren Rojava meselesi Türk burjuva devleti ile Batılı emperyalist devletler arasındaki ilişkilerde siyasi tansiyonu da yükseltmeye başladı.
Hakan Fidan’ın Mart 2014’te "Gerekirse Suriye'ye dört adam gönderirim, Türkiye'ye sekiz füze attırıp savaş gerekçesi üretirim” sözleriyle ayyuka çıkan savaş açma hevesi tam olarak karşılık bulmasa da, sömürgeci faşist saray iktidarı ÖSO-SMO şemsiyesi altında topladığı Hamza Tugayları, Sultan Murat Tümeni, Sultan Melik Şah Tümeni gibi politik islamcı çeteler aracılığıyla Suriye topraklarındaki savaşa etkin tarzda müdahil oldu. Aynı zamanda IŞİD, Nusra ve ardından HTŞ’yle yakın ilişkilerini sürdürdü. Faşist sömürgecilik doğrudan işgal ettiği bölgelerin idaresiniyse kendi valilerine bağlayarak buraları fiilen ilhaka yöneldi.
Rusya'nın Eylül 2015'te Esad yönetimine destek olmak için Suriye'de başlattığı askeri üslenme ve harekat sonucu oluşan yeni emperyalist denge atmosferinde, sömürgeci faşist saray iktidarı, tıpkı daha sonra Rusya-Ukrayna savaşı sayesinde bulacağı gibi, ekstra siyasi ve askeri manevra imkanları buldu. DSG’yle askeri işbirliğini sürdüren ABD’yi Rusya’yla ilişki kurarak frenleme politikasında ısrar etti. Bir yıl arayla Rus savaş uçağının düşürülmesi ve Rusya’nın Türkiye büyükelçisinin öldürülmesi gibi iki çalkantılı olay dahi Rusya-Türkiye ilişkisini çıkmaza sokmadı. Erdoğan liderliğindeki faşist sömürgecilik, Moskova deklarasyonuyla altyapısı oluşturulan Astana mekanizması kapsamında Ocak 2017'de Rusya ve İran’la başlayan üçlü toplantılar serisinden de, Suriye’deki siyasi etkinliğini geliştirmek, askeri varlığını genişletmek ve DSG’nin önünü kesmek amacıyla fazlasıyla yararlandı.
Filistinlilerin 7 Ekim 2023 antisömürgeci hamlesinin ardından İsrail siyonizminin önce Filistin’e soykırımcı saldırısı ve Gazze’yi harabeye çevirmesi, devamla Lübnan’a saldırısı ve Hizbullah’a ağır darbeler indirmesi, aynı kesitte İran’a yönelik emperyalist-siyonist saldırılar ve İran üzerindeki kuşatmanın sıkılaşması bölgede devletsel güç dengelerinin tekrar değişime girdiği yeni bir dönemin kapısını açtı. Aralık ayında HTŞ’nin Şam’a yerleşmesiyle Suriye’de de yeni bir siyasi kaos evresi başladı. Faşist saray iktidarı bu yeni evrede Suriye devletinin yeniden şekillendirilmesinde, bir yandan direkt yönettiği SMO aracılığıyla ve diğer yandan yıllardır ilişki sürdürdüğü HTŞ üzerindeki etkisiyle “içeriden” siyasi söz sahibi olmaya uğraşıyor. Hakan Fidan’ın 2017’de MİT müsteşarıyken düzenlediği gizli bir toplantıda, o zamanlar Ebu Muhammed el Golani denilen ve İdlib’de hakimiyetini koruyabilmek için El Kaide’den henüz ayrılmış olan Ahmet el Şara’ya, “Aşırılıkçı gruplarla bağlarını kesmen lazım” diye akıl verişi hafızalardaki yerini koruyor.
Sömürgeci faşist şeflik rejimi Suriye pastasından daha büyük pay alabilmek için şu anda bütün bu imkanlarını kullanıyor, HTŞ Suriye’sinde iktisadi ve siyasi ayrıcalıklarını kurumlaştırmak istiyor. Faşist şef Erdoğan’ın Suriye’deki hesapları arasında yeni rejimin politik islamcı nitelikte yapılandırılmasını ve SMO’daki piyonlarının bu yeni rejimde etkin kılınmasını sağlamak, İsrail etkisini ise olabildiğince sınırlandırmak, ülkede yeniden tesis edilecek ordu ve polis güçlerinin eğitilmesi ve donatılmasında rol almak, Fırat’ın her iki yakasında resmi askeri üsler edinmek, hava sahasını Türk burjuva ordusunun savaş uçaklarına tamamen açık tutmak, Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının lehte belirleneceği yeni bir anlaşmayı ısıtmak, imar ve inşa yatırımlarından aslan payını Türk sermaye tekellerinin hanesine yazdırmak, havaalanlarının ve limanların işletilmesini, enerji ve iletişim altyapısının kurulmasını üstlenmek gibi siyasi, askeri ve iktisadi pek çok başlık var. Fakat emperyalist devletler ve bölgenin gerici devletleri arasındaki türlü ilişkiler, çelişkiler, saflaşmalar ve müdahaleler ortamında, üstelik iktisadi ve mali gücü de sınırlıyken, faşist şeflik rejiminin bu başlıklardan hangisinde ne kazanabileceği pek de açık değil.
Faşist şef Erdoğan, tabii ki, güçlü ve bağımsız bir Suriye devleti değil, politik islamcıların egemenliğinde ve Türk burjuva devletine siyaseten ve iktisaden bağımlı bir Suriye devleti arzu ediyor. Buna karşılık, emperyalist ve bölgesel gerici devletlerin her birinin, hatta HTŞ’nin kendi özgün çıkarlarından kaynaklanan farklı politikaların, bunlar arasındaki sürtünme ve karşıtlıkların Türk burjuva devletinin Suriye’yi kendisine bağımlı bir pazar ve nüfuz sahasına dönüştürme hesabındaki bir dizi başlığın kağıt üzerinde kalmasına veya akamete uğramasına yol açması muhtemel. Zira Erdoğan’ın faşist şeflik rejiminin, İran’daki politik islamcı Şii rejimin yıkılmasını veya hiç değilse sıkı bir kuşatma altında takatsiz bırakılmasını hedefleyen ABD-İsrail planına bir ölçüde uyum sağlama yönelimi olsa da, DSG’yle ilişkiler başta olmak üzere, Suriye devletinin politik islamcı temelde yapılanması, Dürzilerin, Alevilerin, Arap ve Sünni olmayan ulusal ve inançsal toplulukların hakları gibi konularda ABD-İsrail çizgisiyle çelişkili olduğu ortada.
Siyonist İsrail’in bölgedeki inisiyatifinin artması, onunla çelişki halindeki politik islamcı faşist şeflik rejiminin bölgesel bir güç olarak gelişmesinin önündeki başlıca engel. Esad rejiminin Ortadoğu denkleminden silinmesinden son derece memnun olan İsrail, Suriye’de bir siyonist işgal alanını kabullenecek, siyasi ve askeri açıdan zayıf bir komşu devletin var olmasını hedefliyor. Esad iktidarı düşerken siyonist İsrail ordusu önce Golan Tepeleri’ndeki işgal alanını genişletti, ardından Kuneytra’ya girdi, sonra da Şam’ın 20 kilometre yakınına kadar geldi. Filistin ve Lübnan ulusal direniş güçlerinin Suriye’deki üslerine ve kadrolarına yönelik suikast saldırılarını artırmaktan da geri durmadı. İsrail başbakanı Benjamin Netanyahu, “HTŞ güçlerinin ya da yeni Suriye ordusunun Şam’ın güneyindeki topraklara girmesine izin vermeyeceğiz. Kuneytra, Dera ve Süveyda vilayetleri de dahil olmak üzere Suriye’nin güneyinin tamamen askerden arındırılmasını talep ediyoruz” dedi. İsrail siyonizmi için İran molla rejiminden sonraki en dişli rakibin Erdoğan’ın faşist şeflik rejimi olduğu biliniyor. Siyonist İsrail politik islamcı saray iktidarının Suriye’deki nüfuz sahasını genişletmesini stratejik çıkarlarıyla bağdaşmaz görüyor, Kürt ulusal varlığının ve haklarının tanınması gerektiğini de dillendirerek Türk burjuva devletine karşıt pozisyonunu tahkim etmek istiyor.
Faşist şeflik rejimi ABD ve AB emperyalistleri, Körfez’in Arap kralları ve emirleri, özellikle de İsrail siyonizmi tarafından Suriye’de ikinci plana atılma riskine karşı, hem de ABD emperyalizminin askerlerini Suriye’den çektiği durumda yeni bir siyasi ve askeri inisiyatif alanı kazanmak için girişimlerde bulunuyor. Bu girişimlerden biri, Türkiye, Ürdün, Irak, Lübnan ve Suriye'den devlet yetkililerinin katılımıyla Amman'da düzenlenen Suriye Ve Komşu Ülkeler Toplantısı. “IŞİD’e karşı ortak bir operasyon ve istihbarat mekanizması” kurulması şeklinde tanımlanan toplantıyla sömürgeci faşist şeflik rejimi, ABD emperyalizmine, IŞİD’e karşı savaşın sorumluluğunu ABD’nin başlıca bölgesel ortağı olarak devralmaya ve IŞİD’lilerin tutulduğu hapishanelerin kontrolünü de üstlenmeye hazır olduğu, dolayısıyla ABD’nin DSG’ye muhtaç olmadığı mesajını veriyor.
Faşist şef Erdoğan’ın bu toplantıları başlatmaktaki asıl amacı da Suriye’de Kürt ulusal statüsünün anayasal bir çehreye bürünmesinin önünü almak, Türk burjuva devletinin bunu başaracak kadar etkili bir siyasi pozisyon edinmesini sağlamak. Bu amaç, IŞİD’le mücadele adına başlatılan toplantıların daha ilkinde dışişleri bakanı Hakan Fidan’ın hemen PKK, PYD, YPG ve DSG karşıtlığına odaklanmasıyla gözler önüne serildi.
Kürt Ulusal Demokratik Statüsüne Son Vermek
22 Ocak’ta toplanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde, nam-ı diğer “kırmızı kitap”ta güncelleme yaptı. Suriye’nin bütünlüğü sorunu ve İsrail’in bölgesel hamlesi Türk burjuva devleti için tehditler sıralamasının başına oturtuldu. MGK toplantısının ardından yapılan yazılı açıklamadaysa, Suriye’nin üniter yapısının, toprak bütünlüğünün ve siyasi birliğinin sağlanmasına tam destek sunulacağı, PKK/KCK-PYD/YPG’nin Suriye’deki durumu ve muhtemel gelişmeleri herhangi bir şekilde istismar etmesine izin verilmeyeceği, bölgedeki tüm “terör” örgütlerinin her halükarda tasfiye edileceği belirtildi. Bu, faşist AKP-MHP blokunun büyüyen “dış cephe” tehdidi karşısında “iç cephe”yi sağlamlaştırmanın zaruretine işaret eden söylemiyle tamamen örtüşüyordu.
Rojava devriminin başından itibaren bu halkçı devrimin boğulması ve Kürt ulusal demokratik statüsünün tasfiye edilmesi faşist inkarcı sömürgeciliğin Suriye stratejisinin, genel olarak da Ortadoğu politikalarının en kritik halkası oldu. Zira Kürtlerin Suriye’de anayasal ulusal statüye kavuşması ve bunun uluslararası alanda da teyit edilmesi ihtimalinin Kürt ulusal varlığını inkar temelinde kurulu Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir varoluşsal tehlike teşkil ettiği ortadaydı. Hatırlansın: Türk burjuva devletinin 1. Körfez Savaşı’nı takiben Amerikan emperyalizminin koruması altında Başûr’da kurulan federe Kürdistan yönetimini kabullenmesi dahi neredeyse 20 yıl almış, kendisiyle işbirliği içindeki Mesut Barzani’nin 2017’de gündemleştirdiği bağımsızlık referandumuna yanıtıysa açıkça savaş tehdidi olmuştu.
Sömürgeci faşist şeflik rejiminin Suriye’de Kürt ulusal statüsüne son verme politikası IŞİD’in YPG karşısında her biçimde desteklenmesi ve Tayyip Erdoğan’ın “Kobanê düştü düşecek” söyleminde ifadesini bulduğu üzere Kobanê’yi ele geçirmesi için ona tüm olanakların sunulması, TC’nin bütün güney sınırı boyunca uzanacak ortalama 30 kilometre derinliğinde bir işgal şeridinin planlanması, Ağustos 2016’da Cerablus’la başlayıp Ocak 2018'de Efrîn’le ve Ekim 2019’da Serêkaniyê’yle devam eden seri işgallere girişilmesi, bir yandan Astana mekanizmasında Rusya ve İran’a ve diğer yandan ABD ve AB’ye PYD’nin siyaseten dışlanmasının dayatılması, işbirlikçi Barzani çizgisindeki ENKS’ye Rojava’da siyasi alan açılması, Rojava’nın bombardıman altında tutulması ve Rojava devrimi kadrolarına art arda suikastlar düzenlenmesi gibi unsurları kapsayarak bugüne değin kesintisizce sürdü. Hatta faşist şef Erdoğan, Esad’ı düşürme hedefinden geri adım atarak, Rojava devrimine karşı Esad’la anlaşma yapma arayışına bile girdi.
2015’te Dolmabahçe mutabakatına varan İmralı görüşmelerinde saray iktidarının çıkmazlarından biri, Kürt ulusal demokratik hareketini Rojava’daki ulusal statüden vazgeçirme dayatmasından sonuç alamamasıydı. 20 Temmuz 2015’te faşist saray darbesiyle başlayan dönemde faşist sömürgeciliğin yürüttüğü irade kırma ve kesin yenilgiye uğratma savaşıysa, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın ötesinde, Irak ve İran devletleriyle Kürt ulusal demokratik hareketini tasfiye etme amaçlı ilişkileri geliştirmek, Barzani işbirlikçiliğini arkalayarak Medya Savunma Alanları’na doğrudan yerleşmek, işgal saldırıları sayesinde Rojava devrimini geriye sürmek gibi adımlarla bütünsel ve bölgesel bir karakter taşıdı. Sömürgeci faşist Türk burjuva devleti, bütün bu saldırganlığıyla Rojava devrimini kimi mevzilerinden geriye çekilmek zorunda bırakmasına rağmen, devrim güçlerini yenilgiye uğratmayı ve ulusal statüyü tasfiye etmeyi başaramadı.
HTŞ’nin Şam’a girmesi sömürgeci faşist şeflik rejimi için hem yeni bir avantaj hem de yeni bir risk doğurdu. Bir taraftan, Golani yönetimi faşist politik islamcı şef Erdoğan için dolaysız siyasi etkide bulunabileceği, DSG’yi siyasi ve askeri olarak sıkıştırmaya, hatta Şam’daki iktidar konumunu pekiştirdiği ölçüde DSG’ye karşı savaşmaya yöneltebileceği makbul bir ortak niteliğinde. Ki faşist politik islamcı saray iktidarı Rojava’ya karşı siyasi hareket planını, işgalci Türk burjuva ordu birliklerinin ve Ankara güdümlü SMO çetelerinin yanı sıra, HTŞ’yle yakın ilişkisine dayandırıyor. Fakat öte taraftan, Golani yönetiminin halihazırdaki zayıflığı, emperyalist ve siyonist devletlerinse bölge çapında giriştikleri hamlelerin çeşitliliği koşullarında Rojava’nın siyasi özerkliğinin Suriye’de bir biçimde anayasal statüye dönüşmesi olasılığı faşist şef Erdoğan için panik kaynağı. Bu aynı koşullar inkarcı sömürgeciliğin Rojava’ya yeni bir işgal saldırısı başlatmasının önüne de güncel engeller dikiyor.
Erdoğan’ın saray iktidarı, Aksa Tufanı hamlesinin ardından siyonist devletin başlattığı sömürgeci ve soykırımcı savaşın bölgesel boyut kazanmasını, İsrail’in Suriye siyasi denklemine doğrudan dahil olmasını ve Kürt ulusal statüsünü destekler açıklamalar yapmasını, örneğin Suriye’de kanton sistemini değerlendirmek üzere uluslararası bir konferans önermesini “dış cephe” tehdidi olarak ele alıyor. 2025’te Irak’taki askeri güçlerini büyük ölçüde çekmesi beklenen ABD’nin devamla Suriye’deki dolaysız askeri varlığına da son verebileceği ama 1. Körfez Savaşı’ndan sonra Başûr’da yaptığı gibi Rojava’da bölgesel bir Kürt yönetiminin resmileşmesinin arkasında durabileceği öngörüsü buna ekleniyor. Örneğin, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsünün, Öcalan tarafından yapılan “Barış Ve Demokratik Toplum Çağrısı”nın önemini vurgulayıp, “Türk müttefiklerimizin, ABD’nin IŞİD karşıtı ortakları konusunda rahatlamasına yardımcı olacağını umuyoruz” şeklindeki sözlerle Erdoğan’ın DSG’yle uzlaşması gerektiğini vazetmesi Ankara’da saray koridorlarında ciddi kaygı uyandırıyor. Dahası İran’daki politik islamcı diktatörlüğe karşı yeni emperyalist ve siyonist planların belirginleşmesiyle İran molla rejiminin sonunu getirebilecek gelişmelerin Rojhilat’ta da Kürt ulusal demokratik statüsüne kapı açma ihtimali artık yabana atılamaz durumda.
Sömürgeci faşist şeflik rejimi, Esad iktidarının devrildiği siyasi kaos ortamından hızla faydalanma hesabıyla, SMO çetelerini Tişrîn Barajı ve Karaqozak Köprüsü’ne sürdü. Amaç, bu kritik kavşakları ele geçirerek, SMO eliyle hem Rakka’yı hem de Kobanê’yi kuşatma altına alıp düşürmekti. Tişrîn ve Karaqozak’ta kahramanca savaşan DSG ve can feda direnen Rojava halkları faşist sömürgeciliğin Rojava devrimine böyle bir ölümcül darbe indirmesine fırsat tanımadı. Rojava’daki Kürt ulusal statüsünü esasen askeri yöntemle ortadan kaldırma denemelerinden istediği sonucu alamayan Türk burjuva devletiyse, politik irade kırılması yaratarak PYD’yi ve YPG’yi aşamalı bir tasfiye planına razı etme yöntemini öne geçirdi.
Bu tasfiye dayatması, ilk aşamada DSG bünyesinde bulunup Rojavalı ve Suriyeli olmayan kadroların tamamının Suriye’yi terk etmesini, ikinci aşamada Rojavalı ve Suriyeli olanlar da dahil tüm YPG komuta kademesinin Suriye’den çıkmasını, üçüncü aşamada YPG ve DSG’nin geriye kalan bölümünün silahlarını teslim etmesini ve herhangi bir özerk işleyişe sahip olmaksızın Suriye’nin yeni devlet ve ordu sistemine dahil olmasını içeriyor.
İnkarcı sömürgeci faşist saray iktidarı, devrim güçlerinin zayıflatılmasından ve Kürdistan’ın Rojava parçasında da kendisine siyasi inisiyatif alanı açılmasından medet uman Barzani hanedanının güdümündeki işbirlikçi ENKS’yi Suriyeli Kürtlerin gerçek temsilcisi diye etiketleyerek ve inşa edilecek yeni Suriye düzenine PYD’nin yerine ENKS’yi dahil ederek, Rojava devrimiyle erişilmiş başlıca ulusal demokratik kazanımları tasfiye çizgisini makyajlayıp tahkim etmek istiyor.
Faşist şef Erdoğan’ın politik ikiyüzlülüğü, Suriye’de Türkmenlerin müstakbel politik islamcı rejim bünyesinde bir ulusal topluluk olarak temsil edilmeleri yönünde siyasi ağırlık koyarken, Kürt ulusal statüsünün resmileşmesinin önünü kesme amacıyla da ilişkili olarak, Hristiyanların, Dürzilerin, Alevilerin, Süryanilerin, Keldanilerin, Asurilerin, Ermenilerin, farklı ulusal ve inançsal toplulukların kolektif demokratik haklar elde etmelerine karşı çıkışında açıkça sırıtıyor. Faşist politik islamcı saray iktidarı, Dürzilerin özerklik talebini mahkum ettiği gibi, HTŞ’nin ve ona iştirak eden diğer politik islamcı çetelerin Lazkiye, Tartus, Humus ve Hama gibi illerde gerçekleştirdikleri Alevi katliamlarına “rejim kalıntılarının temizlenmesi”, “ülkenin birliğine yönelik terörist saldırının bastırılması” sözleriyle açık destek veriyor.
Hasılı, sömürgeci faşist şeflik rejimi, Rojava’yı büyük bir askeri saldırı tehdidi altında tutarak, işgalci Türk burjuva ordu birliklerinin konumunu pekiştirerek, SMO çetelerini sahadaki ve masadaki askeri ve siyasi kozu sayarak, ENKS’yi Suriye’de Kürtlerin tek temsilcisi ilan ederek, Golani yönetimini siyaseten yönlendirerek, ABD emperyalizmiyle pazarlık gücünü artırarak ve İsrail’in etkisini sınırlayarak, Rojava’daki Kürt ulusal statüsünün herhangi bir biçimde anayasal çehreye bürünmesini engellemek ve son bulmasını sağlamak için elinden geleni yapıyor. Onun şimdiki somut hedefi, Mazlum Abdi ve Golani tarafından imzalanan 10 Mart tarihli anlaşmanın resmen somutlanışının ve fiili uygulanışının bu doğrultuda gerçekleşmesini başarmak. Rojava’daki Kürt ulusal statüsünün geleceği konusundaki bu karşılıklı mücadelenin İmralı’daki görüşmelerde de siyasi düğüm noktası olduğunu veya henüz olmadıysa bile pek yakında olacağını tahmin etmek zor değil.
Sabah gazetesindeki başlıca saray borazanı Okan Müderrisoğlu şunu boşuna yazmıyor: “27 Şubat'taki İmralı çağrısından sonra Türkiye için PKK sorunu biterken, farklı nitelikte Kürt sorunu türetilmesi kuvvetle muhtemel. Bu nedenle, Şam'ın istikrarına desteğini sürdüren Türkiye için er ya da geç bölgedeki tüm Kürtlerin hamiliği sorumluluğunun düşeceği çok açık. Haliyle bu etkileşimin Terörsüz Türkiye'de çok yönlü kamu yönetimi reformunu gerekli kılacağı da düşünülerek kamuoyu hazırlanmak durumunda!” Saray borazanı, sömürgeci faşist şeflik rejiminin, Kürt ulusal demokratik hareketinin silahlı varlığı sorunundan kurtularak, Türkiye ve Bakur’da Kürtlere bireysel kültürel haklar ve sınırlı yerel yönetim olanakları tanıyarak, bugün Rojava’da ve yarın Rojhilat’ta Kürtlerin ulusal demokratik bir statü edinmelerini engelleyerek, Kürdistan’ın üç parçasında Barzani işbirlikçiliğine dayanarak Kürtlerin bölgesel hamisi pozu kesme yönelimini işte böyle dile getiriyor.